Hakkımda

Fotoğrafım
İnsanın fikri neyse zikri de oymuş derler dostlar; benimkiler sanal alemde gezintiye çıktılar...Çaldıkları her kapı açılır mı bilinmez, eğer sizin kapınızı çalarlarsa korkmayın, size zarar vermezler...

18 Nisan 2017

Kırmızı Kurdele

KIRMIZI KURDELE

Tür
Anı Roman

Yazar
HÜLYA GÜLAY

ISBN
978-605-67425-0-7


İletişim


Yayınlanan link



“İnsanın en büyük zenginliği sahip olduğu
dostlarıymış; meğer ne kadar zenginmişim...”


Tanrı insanı yarattığında,
Çok umutluydu.
İnsan, umuduna gölge düşürdü.
Şair Tagor şöyle söylemiş;
“Yeni doğan her çocuk,
Tanrı’nın insanlardan umudunu
kesmediğini gösterir.”
O’nun gülüp gülmediğini
merak ediyorsanız,
Çocukların yüzüne bakın.
Onlar gülüyorsa bilin ki O da gülüyor.
Bu gülen çocuk sizin evinizde ise,
Çok şanslısınız,
Tanrı, size, her gün gülümsüyor!



“Her şey bir bakış açısıdır;
nereden ve nasıl baktığınıza bağlıdır.”


“...sevgi her sorunu çözer.”

Saçlarına ak düşmüş kadın, nazik ve kararlı sesiyle seslendi:
“Şimdi yazmak zamanı, kâğıdı kalemi alın ve yazın!”
“Ne yazacağım?” diye sordum.
Düşündü:
“İlk aşkını” dedi.
“İlk aşkım mı?”
“Evet!”
“Çok kolay” dedim içimden, “Hemen yazarım şimdi.”
Kalem elimde düşündüm, uzun süre hafızamı yokladım. Hayatıma giren erkekleri hatırlamak için kendimi zorladım.
A! O da ne? Hiçbiri ilk aşkım değildi. Hatırladığımda hiçbir coşku hissetmedim.
Aman Allah’ım! Yoksa ben hiç aşık olmadım mı?
Başım döndü. Gözlerim karardı. Elim titremeye başladı. Gözyaşım aktı akacak, neredeyse ağlayacağım.
“Hişt!” dedim kendi kendime, “Kendine gel kız, ne oluyor sana?”
İçim acıdı. Her yere benden önce giden gölgem, bu yüzden hüzünlüymüş. Aşksızlığın karanlığı çökmüş üstüme, bocalıyorum.

“Hangisi ilk aşkımdı?”
“Benim”
“Biri bana mı seslendi?”
“Evet, ben seslendim.”
“Sen de kimsin?”
“Ben senin ilk aşkınım Küçük Kız.”
“İlk aşkım mı? Adını hatırlayamadım.”
“Kırmızı Kurdele!”
“Aa! Evet, hatırladım.”

İçime sevinç doldu. Gözlerim parladı. Yüreğimdeki coşkuyla kahkahalar atmak istedim. Unutulmuş bir dostu, bir aşkı, bir aşığı hatırladım. Elim titremiyordu artık. Sanki sihirli bir kalem tutuyormuş gibi yazmaya başladım.


Aşk!
Yürekten gelen coşku!
Peki, bu duyguyu ilk ne zaman hissettim?
Öğretmenim, siyah önlüğümün üstüne, göğsüme takarken Kırmızı Kurdele’yi  “Artık okur-yazar oldun.” dediğinde, kalbimde hissettiğim coşkuyu bugün bile hatırlıyorum.
“Kırmızı Kurdele, o ilk günü hatırlıyor musun?”
“Evet, Küçük Kız”
Ne kadar çok beklemiştim göğsüme takılmanı. Sınıfta en son okumayı öğrenen çocuk olarak hak etmiştim seni. Aslında sevinçle üzüntüyü bir arada yaşamıştım o günlerde. Öğretmenim okumayı öğrenemediğim için kızgındı. Bana mı, yoksa kendine mi?
“Sınıfta kalacaksın, babana söyle okula gelsin.” dedi.
Okuldan eve geldiğimde anneme, öğretmenimin babamı çağırdığını söyleyecektim ki, dudaklarımdan “Sen gider misin anne?” diyen sözlerim dökülüverdi. Annem, “İşim var, baban gitsin!” dedi.
Ertesi gün babam okuldaydı. Nasıl da titriyordu yüreğim. Ne konuştular bilmiyorum ama babamın kaşlarını çatarak öğretmenimin yanından ayrıldığını görmüştüm.
Akşam eve geldiğinde kaşları hala çatıktı. Çok kızgın olduğu halinden belliydi. Annemle konuşurken, “Çocuğum geri zekalıymış.” diyen sözleri kulağımda yankılanıyordu. Babam durmadan “Çocuğum geri zekalıymış.” diye tekrarlıyordu.
Çocuk kalbimle hangisine üzüleceğime şaşırmıştım. Öğretmenimin benim için, “Çocuğunuz geri zekalı, onu okuldan alın!” demesine mi? Yoksa babamın buna inanmasına mı?
Onu öyle üzgün gördükçe öğretmenime kızgınlığım daha da arttı. Şimdi olsa, öğretmenimin iki omzundan tutar, onu silkeler, “Dur be kadın, sen ne demek istiyorsun? Geri zekalı değilim ben, sadece yedi yaşında küçük bir kızım.” derdim.
O mahalleye yeni taşınmıştık. Okulum, öğretmenim, arkadaşlarım değişmişti. Daha önceki okulda öğrendiğim her şeyi unutmuştum, korkmuştum.
Babam sabah işe gidiyor, akşam geç saatte eve dönüyordu. Annem küçük kardeşime bakıyor, yemek hazırlıyor, temizlik yapıyordu.
Peki, bana kim yardım edecekti? Nasıl öğrenecektim okumayı?
Öğretmenim kararını vermiş, geri zekalımışım. Sen, öğretmenim, bana bakıyordun ama görmüyordun. Okumayı öğrenmeyi çok istediğimi, şu koca sınıfta kendimi nasıl yalnız hissettiğimi, çok utandığımı bilmiyordun.
“Kırmızı Kurdele, öğretmenimi hatırlıyor musun?”
“…”
“Ne yalan söyleyeyim ben de zor hatırlıyorum. Saçları sarı mı neydi? Sanki biraz da gençti. Olsun, seni göğsüme taktı ya, yeter bana. O gün bugündür kopmadık birbirimizden. Biliyorum, asla ayrılmayacağız seninle... Kırmızı Kurdele.”
“…”
“Kırmızı Kurdele”
“Buradayım Küçük Kız”

Tutkuyla sevdik birbirimizi. Bana hiç sırtını dönmedi. Ne zaman canım sıkılsa, umutsuzluğa kapılsam, elime bir kitap alır, çevirmeye başlarım sayfalarını... Okudukça okumak gelir içimden. Göğsümde taşımıyorum onu uzun zamandır, yüreğimde taşıyorum kimse görmeden. Bazen sarılıyorum sıcaklığına, öpüyorum kıvrımlarından, okşuyorum. “Orada mı?” diye yokluyorum.

“Of! Of! Seni nasıl unuttum. Çok üzgünüm Kırmızı Kurdele”
“…”
“Oysa ne kadar çok seviyordum seni, kanatlarında bilgi diyarında uçmayı.”
“…”
“Okuduklarımı biliyorsun değil mi? Sana tekrar anlatmama gerek yok. Dünyanın öbür ucundan bir adam ya da kadın yazmış. “Sevgi her sorunu çözer.” Peki, bunu bilmeyen biri çıkarsa karşıma, yani öğretmenim, babam, kocam gibi...”

Bazen düşünüyorum, “Babam, hala geri zekalı olduğumu düşünüyor mu acaba?” Yüzüme çizgiler düşmüş, korkunun artık barınamadığı yüreğimde, benliğimin, çatık kaşlar önünde ezilmediği şu yaşımda.
Bir psikologdan duymuştum. Çatık kaşlarla çocuğun yüzüne bakmak, onu her gün dövmekle eş değermiş. Aynı acıyı verirmiş.
Dikkat etmeliyiz çocuk yetiştirirken, gülmesini bilmiyorsak çocuk sahibi olmamalıyız.


Psikologlar beden dilinin iletişim için önemli olduğunu anlatıyorlar. Ellerimizin hareketinden bakışımıza kadar çok geniş bir yelpazede duygularımızı, düşüncelerimizi ifade edebiliyormuşuz.
Mesela yüze bakmadan konuşursak, konuştuğumuz kişiye; “Sen benim için değerli değilsin.” mesajını veriyormuşuz.
Sözlerimizin bedenimizin verdiği mesajla çelişmemesi gerekiyormuş. Aksi halde ilk algılanan bedenimizin verdiği mesaj olurmuş. Sözlerimiz ve ifadelerimiz ayrı tellerden çalmamalı, bütünlük içinde olmalıymış. Kısacası, içi dışı bir insan olmalıyız.
Bu bilgilerin ışığında yüz mimiklerimizin sözlerimizle birleştiğinde küçük bir çocuğun üzerinde, ne kadar etkili olduğu sanırım hemen anlaşılır!
Gülmek, insanın mutlu olduğunu gösterdiği kadar, memnunluğunu da gösterir. İnsanın iç dengesinin güçlü, yaşamını sürdürebilir yeteneğe sahip olduğunu anlatır.
Unutmayalım ki gülmenin bulaşıcı olması kadar somurtkanlık da bulaşıcıdır. Dikkat ettiniz mi bilmem, güler yüzlü insanlar, akılda daha kalıcı oluyorlar sanki…
Gülebilmek yaralarımızın daha çabuk iyileşmesine yardımcı olur.
Gülmenin ruh sağlığımız üzerindeki rahatlatıcı etkisi, bir şeyi öğrenirken de, öğretirken de çok işimize yarar.


“Okumayı nasıl öğrendiğimi hatırlıyor musun?”
“Evet, Küçük Kız.”
“Üzücü değil mi?”
“Haklısın”
“Babam bana okumayı öğretmek için attığı tokatları saydı mı acaba?”
“Bilmem ki Küçük Kız.”
“A için bir tokat, B için bir tokat... Ne kadar ironik bir durum değil mi?”
“Evet, üstelik acı da.”
“Acı mı? Acı dediğin anlıktır, o an yaşanır, geçip gider.”
“Fiziksel acıyı kastediyorsun herhalde?”
“Elbette”
“Peki, ya kalbin, Küçük Kız.”
“Onu hiç sorma, o hala acıyor.”
Babamın yüksek gayretleriyle yarı yıl tatilinde okumayı öğrendim. Bir daha da unutmadım.


Kırmızı Kurdele kalbimin üstüne takıldığı gün, sevincime doyamamıştım ki okul kapanıverdi. Yaz tatiline girdik. Öğretmenimiz yaz tatili ödevi olarak çok okumamızı önerdi. Başka ne yapacaktım, dediği gibi okuyacaktım elbette. Artık okur-yazar değil miydim?
Bütün yaz boyunca, babamın kitaplarını, Tommiks, Teksas, Zagor, çizgi romanlarını okudum. Kutular dolusu kitabı vardı. Sanırım atmaya kıyamıyordu.

Yaz tatili bitip okul açıldığında, hepimiz yeni sınıfımızda oturmuş, öğretmenimizi bekliyorduk. İçeriye bir adam girdi. Öğretmen masasına doğru yürüdü. Bize döndü, “Günaydın çocuklar.” dedi. Ne güleç yüzü vardı. Boyu da oldukça uzundu.
Öğretmenimiz değişmiş. Yeni bir öğretmenle başlamıştık ikinci sınıfa. Çok üzüldüğümü söyleyemem, çünkü hala kızgındım eski öğretmenime.
Çocuğun zekâsı yeterli olsa bile, ruhsal durumu öğrenmesine engel olabilirmiş. Aslında biraz sevgi ve hoşgörü, bütün sorunu çözerdi. Böyle acımasızca konuşmak yerine, beni tanımaya çalışsaydı, her şey daha kolay olmaz mıydı? Tabii ben de korkumdan ve utangaçlığımdan kurtulur, sığınırdım öğretmenime.
Sınıfımıza gelen bu güleç yüzlü adam, daha ilk günden fethetti kalbimi. Adını hatırlamıyorum, neydi acaba? “Kırmızı Kurdele, sen hatırlıyor musun?”
“Hayır”
“Dilimin ucunda duruyor adı. Ahmet mi? Yok, değil, neydi, hatırlayamadım!”
“…”
“Olsun tek bildiğim onu sevdiğim. İyi öğretmendi. Sonuçta bana bakmış ve beni görmüştü. Ne güzel anlaşmıştık onunla. Hepimize çok iyi davranmıştı. Biliyorum, sen de sevmiştin onu, değil mi?”
“…”
“Kırmızı Kurdele.”
“…”
“Tamam, buldum; adı sevgili öğretmenim olsun.”
“…”
“Sesin çıkmıyor. Yoksa kıskandın mı? Kıskanma. Sen benim ilk aşkımsın Kırmızı Kurdele’m. O da ikinci aşkım olsun. Hem bak çoğaldık, ikimiz vardık, şimdi üç olduk.”
“…”
“Kırmızı Kurdele, duyuyor musun söylediklerimi?”
“Evet, Küçük Kız”


Harika bir yıl geçiriyordum. Artık okula gitmek, benim için daha anlamlı olmuştu. Çok çalışıyordum. Sevgili öğretmenimin sevgisini kaybetmek istemiyordum.
Okulun kapanmasına az bir zaman kalmıştı. O geçen güzel günlerin ardından fırtına bulutları birden her yeri sardı. Öyle hızlı gelişmişti ki her şey, çocuk kalbim, ilk hayal kırıklığını yaşadı. Bütün dünyam yıkıldı. Sevgili öğretmenimin tayini çıkmıştı. Veda günü geldiğinde sınıftaki herkes ağlıyordu, en çok da ben…
Eve gittiğimde ağlamam devam ediyordu. Ertesi gün, ondan sonraki gün de ağladım. Durmadan ağlıyordum. Annemle babam “Yeter artık ağlama.” dediler. Elimde değildi, gözyaşlarım kendiliğinden akıyordu, engel olamıyordum. Henüz sekiz yaşında küçük bir kızdım. Sevgili öğretmenim, beni terk edip gitmişti. Kalbim kırılmıştı.
O acılı günlerde babam daha da kızdı, “Yeter artık.” diye bağırdığında korktum. Olsun, çok ağlarsam, belki Allah beni görür, onu bana geri getirir diye düşündüm.
Yine ağlıyordum ki, babam, oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Üstüme doğru yürüdü, “Susmazsan döveceğim seni!” dedi.
Hemen yan odaya koştum. Babam arkamdan geldi. Odanın ortasında ahşap bir sehpa vardı. Sehpanın etrafında durmadan dönüyorduk. Sonunda beni yakaladı. Kaç tokat yediğimi hatırlamıyorum ama bir daha sevgili öğretmenim için ağlamadım.
Çocuk kalbim öyle kırılmıştı ki, babamın bunu fark etmemesi çok kötüydü. Oysa birkaç tatlı söz söylemesi, tokat yerine okşaması ne güzel olurdu?
Beni, dizlerine oturtup, şöyle konuşabilirdi:
“Kızım, çok üzüldüğünü biliyorum ama ne yapalım. Öğretmeninin tayini çıkmış. Başka okula gitmek zorunda kalmış. Biz de arkasından gidemeyeceğimize göre, bunu kabullenmek en doğrusu. Belki bir gün götürürüm seni öğretmeninin yanına, özlemini giderirsin. Ağlama artık benim güzel, tatlı kızım. Sen böyle ağlayınca üzülüyorum…”
Sanırım babamı üzmemek için susardım, ağlamazdım. Zamanla da unutur giderdim.
Öğretmenim şimdi nerede bilmiyorum. Bir daha da görmedim. Eğer öldüyse umarım cennettedir. Yeryüzünde küçük bir kızın kalbi onu özlemektedir. Bedeni büyümüş, yüzünde kırışıklıklar olduğu halde...
Derken yeni öğretmen geldi. “Kırmızı Kurdele, hatırlıyor musun?”
“Hayır”
“Ben de hatırlamıyorum.”
Galiba yüzüne hiç bakmadım. Zaten okullar kapanınca, yaz tatiline girip, o mahalleden de taşınacaktık. Başka okula gidecektim, yeni bir öğretmenim olacaktı...


Okul hayatımın daha başında dört öğretmen değiştirmiştim. Oysa bir çocuk için, ne kadar önemli ilk öğretmeni. Geleceğini şekillendirirken ondan öğrendikleri elbette ona yol gösterecekti.
Eğitim ve öğretimin temeli olan ilköğretimde, öğretmen seçerken nelere dikkat ediyorlar bilmiyorum. Sanırım “Çocukları seviyor musun?” diye sormuyorlar. Keşke sorsalardı. O zaman daha fazla düşünmek zorunda kalırlardı. Öğretmen olmayı kolay zannedenler, yanılıyorlar. Çok zor.  Ah! Bunu bir anlasalar!
Çocukların öğrenme becerileri farklı olabilir. Öğretmenin görevi çocuğu gözlemlemek, onu tanımak, nasıl iyi ve kolay öğrenebileceğini keşfetmektir. Çocuğun başarısızlığı aslında kendi başarısızlığıdır. Çocukla kurulacak iletişimin en basit yolu onu sevmektir. Eğer çocukları sevmiyorsa asla başarılı olamaz.
Bir çocuğun duyacağı en büyük ihtiyaç kuşkusuz sevgidir. Evinde anne ve babasından gördüğü sevgi, okulda öğretmeniyle çoğalarak yoğunlaşmalıdır. Öğretmen, öğrencisi için bir model olduğunu asla unutmamalıdır. Bilgili insan yetiştirmenin yolu, bilgili insan olmaktan geçer. Sevginin sarmalamadığı bilginin, işe yaramayacağını düşünüyorum.

Çocuklar çok sevdiği kişilerden ayrılınca, büyük üzüntü yaşayabilirlermiş. Bu durum onlarda yaşantıları boyunca, sevdiklerini kaybetme korkusu hissetmelerine sebep olabilirmiş.
“Ah! Kırmızı Kurdele, sevgili öğretmenim beni bırakıp gittiğinde ben de çok üzülmüştüm.”
“Biliyorum Küçük Kız.”
“Bir daha hiçbir öğretmenimi onun kadar sevemedim.”
“Belki de korktun sevmekten.”
“Korktum tabii, ya onlarda bırakıp giderlerse?”
“Yine de içinde hep sevme arzusu duydun değil mi Küçük Kız?”
“Evet, haklısın, bu arzu içimde hep vardı.”
“İnsan sevilmek isteyen bir canlıdır Küçük Kız.”
“Peki, insan sevmeyi öğrenebilir mi?”
“Elbette”
“Küçük bir kız, sevmeyi nasıl öğrenebilir ki?”
“İnsan sevmeyi önce ailesinden öğrenir Küçük Kız.”
“Annem ile babam beni seviyorlar mı?
“Tabii seviyorlar.”
“Oysa hep sevilmediğimi düşünürdüm.”
“Belki de sevmeyi bilmiyorlardır.”
“Koskoca insanlar sevmeyi nasıl bilmezler?”
“Düşün onların da hayatını, nasıl büyümüşler kim bilir? Hangi zorlukların kıskacında ezilmişler?”

...

Anımsıyorum anneannemin ölümünü, ölümün ne olduğunu bilmediğim o küçük kalbimle olanları anlamaya çalışıyordum. Tek hatırladığım annemin, annesinin öldüğünü duyduğu andaki feryadıdır. Aslında anneannem öleli birkaç gün olmuş, ortanca dayım annemi almaya geldiğinde. Ona,
“Annen çok hasta.” dediler. Annem, ben ve kardeşim köye gittik. Köyün girişinde ne oldu hatırlamıyorum, annem birden feryat etmeye başladı. Ölümle ilgili ilk hatırladığım bu.
Dedem ise anneannem öldükten iki sene sonra öldü. Çok yalnızlık çekmiş. Aklımda kalan bu cümledir o günlerden. Demek ki bir insanın eşi ölünce çok yalnızlık çekermiş. O da ölürmüş arkasından.
Dedem hakkında hatırladığım tek anım, bizim eve geldiği yazdır. Yılların yorgunluğunu taşıyan bacaklarıyla yürüyüşe çıkmıştı. İçimde bir korku vardı, “Ya evin yolunu kaybederse?” diye.
Dedemle birlikte gitmek istedim. Annem göndermedi. Fakat içim hiç rahat değildi. Balkona çıktım. Dedemin gelmesini bekledim. Balkon demirinden belime kadar sarkmış, gözüm yolda onu bekliyordum.
Sonunda dedemi gördüm. Yürüyüşten dönüyordu.
O da ne? Dedem bizim evin sokağına girmedi. Dümdüz yürüyüp gitti.
Hışımla evden çıktım. Apartman merdivenlerinden indim. Sokağın sonuna geldikten sonra bütün gücümle bağırdım.
Dedeeeeee…
Sesimi duyunca durdu. Arkasına dönüp baktı, çizgilerle dolu yüzüyle. “Ne oldu kızım?” dedi. Soluk soluğa yanına vardığımda. “Dede, evin yolunu kaybettin. Bizim ev bu tarafta.” diyerek, elinden tuttum ve eve doğru birlikte yürüdük. Yürürken söyleniyordum. “Gördün mü? Kaybolacaktın. Neden yalnız çıktın ki gezmeye? Ben seninle gelirdim. Birlikte gezerdik.” dedim.
Dedemi kurtarmış olmanın rahatlığıyla evin kapısından içeri girdik. Onu bir daha görmedim. Ölüm haberini aylar sonra aldık. Çünkü annem küçük kardeşime hamileydi. Üzülmesin diye söylememişler. Üzülürse erken doğum yapabilir, kardeşimin hayatı tehlikeye girebilirmiş. Olanları duyduğunda çok üzülmüştü.
Dedem ve anneannem ile ilgili elimde kalan tek şey, siyah beyaz bir fotoğraf sadece. Artık siyah beyaz bile değil, sararmış solmuş. Ona baktığımda gördüğüm, yan yana duran, dalları olmayan iki ağaç gibiler sanki. Birbirlerine sarılmaktan korkmuş iki yalnız insan gibi...
Annemin anlattığına göre dedem, anneannemi dağa kaçırmış, hem de başka bir erkekle nişanlı olduğu halde birkaç arkadaşıyla birlikte. Sonra köye dönmüşler. Dedemi ve arkadaşlarını hapse atmışlar. Anneannem evlenmeyi kabul edince cezadan kurtulmuşlar.
Annem çocukluğunu anlatırken, “Mutlu bir çocuktum!” der her zaman.


Çocuklar neden kıskanç oluyorlar bilmem? Ben de öyleydim. Kız kardeşim doğduğunda, iki buçuk yaşındaydım. “Bebek annemi aldı.” diye çok ağlamışım. Kalbim ne kadar kırılmış. Dinlediğim bir psikolog şöyle dedi: “İkinci çocuğu yapmaya karar verdiğinizde birinci çocuğun sevgisi size yetmiyor demektir.”
Oysa annemin ve babamın ikinci çocuklarını yaptıklarında çok fazla düşündüklerini sanmıyorum. Sadece içgüdüleriyle hareket edip, Allah’ın verdiğini yeryüzüne çıkarmışlar.
Onlar birbirlerini uzaktan gördükten sonra, büyüklerinin verdiği kararla, birbirleri hakkında hiçbir şey bilmeden evlenmişler.
Annem anlatır, evlendikten sonra annesiyle babasının evine el öpmeye gittiklerinde, ortanca abisi şöyle demiş: “Eğer memnun değilsen eve geri dönebilirsin.”
Annem, “Benim yerim kocamın yanı!” diye yanıt vermiş geç gelen sorunun ardından. Zaten dokuz ay sonra da ben doğmuşum.


Babamın babası ve babaannem uzaklardan göç etmişler doğduğum yere. Evlenmişler, daha doğrusu evlendirilmişler. Hep kavga ederlermiş. Hem de sofra başında. Herkes sofradan kalkıp bir kenara dağılınca dedem, tek başına siler süpürürmüş sofrada ne varsa.
Hatırlıyorum, ben küçük bir kızdım, sofrada “Siktir.” çekerdi babaanneme. “Siktir git.” derdi. Babaannem de az değildi hani. O da “Sen siktir git.” diye karşılık verirdi.
Hayat boyu böyle kırıcı sözlerle geçen bir yaşam ne verebilirdi ki babama. Anlaşılan dedem ve babaannem hiç sevmemişler birbirlerini. Sadece sevgisiz tohumlarını serpmişler yeryüzüne.
Babam anlatır, daha küçük bir çocukken başlamış çalışmaya. Kimse onun çocuk olduğuna aldırmamış. Hâlbuki onun oynayacak bir sürü oyunları vardı. Koşacaktı sokaklarda, saklambaç oynayacaktı. Belki de çelik çomak…
Babam şimdi yetmiş beş yaşında. Düşünsenize elinde arabalar, “ğın, ğın, ğınnn” diye oynuyor. Görenler deli zanneder. Oysa o, çocukluğunu yaşayamamış yaşlı bir adam sadece.
Çok acı değil mi?


Babamın işleri düzelip büyüdükçe daha nezih mahallelere doğru ilerliyordu yaşantımız. Ama babam hiç değişmiyordu. Kapalı bir bilinçle bakıyordu dünyaya. Değişime karşı yabancı gibi davranıyor, dünyayı sadece kendi çizdiği sınırlardan algılıyordu.
Dünyanın gerçekleri, kapalı bilincinin kapısını güm güm çalsa da, o yine duymuyordu. Sanki bir çemberin içinde kısılıp kalmış, var olma mücadelesi veriyordu. Sahip olduğu kurallara ihanet etmek istemiyordu. Benim başkaldırımı, onun düzenine karşı saldırı olarak algılıyor ve hep savunmaya geçiyordu. Oysa istediğim sadece değişime ayak uydurmaktı. Aldığım eğitimin getirdiği sosyalleşme benim hakkımdı. Onun itirazları hayatımın yıkıcı unsurları oldu.
Babamın okuduğu, başkaları tarafından yazılmış bir tek kitabı vardı. Hayatını bu kitaptaki satırlar arasından yaratmıştı. Onun için bu kitapta yazılanlar en doğru olandı. Bunu asla sorgulamak istemiyordu. Eğer bunun için cesareti olsaydı sanırım beni daha iyi anlardı.
Onun kitabındaki yazılanları silme cesaretini göstermem beni hain yapmıştı. Ona ihanet etmiştim. Gözlerindeki öfke çocuk kalbimde kapanmayacak yaralar açmıştı. Bunun farkında olduğunu sanmıyorum. Sadece kendi doğruları geçerliydi, bundan da hiç kuşkusu yoktu.
Zamanla hayatımız değişse de, çevremizdeki insanların ne kadarı değişebilmişti. Herkes bir maske takmış adeta oyun oynuyordu. Bu da onun cesaretini kırıyor, onlar gibi davranmak daha kolayına geliyordu.
Kendini dünyanın merkezi olarak görmesi, benim körpe fidanlarım için en büyük tehlikeydi. Sanki elinde görünmez bir bıçak vardı. Özgür benliğime uzanan dallarımı durmadan buduyordu. Onun için önemli olan kesin itaatti. Bunu yıkmaya yeltenen sorgulayıcı bilincim baş edilmesi gereken bir düşman durumundaydı. Onun biricik doğruları ve benim doğrularım kaynaşamayan, barışamayan olgulardı.
Ancak bu durum, asla kötü olduğu ya da kötüyü istediği için yaptığı bir davranış değildi. Baba olduğunda, onun da beni saracak dallarını kesmişlerdi. Onun için kalbi katılaşmış, bilinci kapalı, gözleri bakan ama görmeyen birinden başkası değildi.

Annem değişiyordu. Başındaki örtüyü atmış, modern görünmeye çalışıyordu. Bunu çok istese de köy kokan geleneklerden kurtulamıyordu. Ne de olsa kişiliğinin yapı taşlarının konduğu çocukluk yılları köyde geçmişti. Mücadeleyi seviyor, hiç yılmıyordu. Değişime inanıyor, büyük çaba gösteriyordu.
O aynı zamanda düşünce dünyasında keşfe çıkan, arayış içinde yaşamını sürdüren bir serüvenciydi. O güne kadar varlığını oluşturan benliğinin üstüne yükselmeye çalışıyordu. Karşısına çıkan her yeniliğe karşı dirençli gözükse de, cesaretini hiç kaybetmiyordu. Onun kuralları değişebiliyordu. Ama akıntıya kapılmış yaprak gibi ilerlediği değişim ırmağında ne zaman, nerede kıyıya çıkılacağını kestiremiyordu. Akıntının etkisiyle yolculuğuna devam ediyor ama etrafındaki baskıcı kurallar daha özgür davranmasına engel oluyordu.
Onun dünyasında akıl, değer ve kurallara karşı daha egemendi. Kendi gücüyle ayakta duruyor, bu yüzden de yalnız kalıyordu. Babamın aksine onun kitabındaki kurallar silinebiliyor hatta yeniden yazılabiliyordu. Kendi kitabıyla yetinmiyor, başka kitaplar okumak için istekli davranıyordu.
Yalnızlığı beraberinde mutsuzluğu da getiriyordu. Tek başına yürüyordu. Ayakları bazen birbirine dolaşsa da, birileri çelme taksa da yürümeye azimle devam ediyordu.


Yeni mahalle, yeni ev, yeni okul, yeni arkadaşlar, yeni öğretmen, yeni eşyalar, yeni düşünceler, yeni istekler...
Her şey değişiyordu.
Bunun sancısını hep birlikte yaşadık aslında. Onunla baş etmek zordu. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Gerçekten çok zorlu bir mücadeleydi, hem de en zoru.
Sonsuza kadar sürecek bu savaşın adı ‘Ben’ olma savaşıydı. Bence bundan korkmayın. Çünkü bu savaş gerçekten mücadeleye değecek tek uğraştır.

“Bir insanın benliği, zekâsı, bedeninin sınırları, değerleri, yetenekleri değil mi?”
“Evet, Küçük Kız”
“İnsanın benliğinin gelişimi önce anne ve babasından, sonra çevresinden etkilenmiyor mu?”
“Haklısın Küçük Kız”
“Anneler ve babalar çocuklarıyla ilgili hep beklenti içindeler. Bu beklentiler gerçekçi olmak zorunda değil mi?”
“…”
Çocuklarının neyi, ne kadar becerebileceğini anlamak bu kadar zor mu allah aşkına?
“…”
Çocuklarının becerilerine gülümseyerek ve ‘Aferin’ diyerek, onlara yardımcı olacaklarının farkında değiller mi?
“…”
“Bu tavırlarının, çocuklarının benlik gelişimini olumlu biçimde etkileyeceğini acaba fark etmiyorlar mı?”
“Çocuk kendi varlığının ve işlevlerinin bilincine vardıkça, yaşadığı çevreye kendini kabul ettirmesi de oldukça kolaylaşır Küçük Kız.”
“Psikologlar, benlik bilincinin yaşamın ilk dönemlerinde gerçekleştiğini söylemiyorlar mı?”
“Sadece söylemekle kalmıyorlar, bağırıyorlar, Küçük Kız.”


Nasıl bir kişi olacağımı, ne olmak istediğimi düşünmeye başladığımda henüz küçük bir kızdım. Kimse bu düşüncelerimi fark etmedi. Sessizliğimin içinde kendi kendime kurduğum hayaller zayıf ve yetersiz bir benliğe sahip olmamı engelleyemedi. Duygularım olgunlaşamadığından yaşantımdaki tepkiler de yetersiz kaldı.
Şimdi daha iyi anlıyorum; insanın kendini aşağılık duygusu içinde görmesi, yetersiz hissetmesi, karşılaştığı engellemeler sonucunda oluşmaktadır. Çünkü insan başarılarının doğrultusunda kendine saygı duyar. Ayaklarının yere basması, bilincinin farkında olması, kendine güvenmesi, takdir edilmesi bu saygıyı daha da artırır.
Kendini değerli hissetmesi, eşit haklara sahip olması, var olma mücadelesinde insanın elinde bulunan en büyük silahı değil mi?
Oysa insanın kendini değersiz hissetmesi, kendinden şüphe etmesi, eşitsizlik duyguları içinde yaşamaya çalışması acı bir süreç.
Acaba etrafınızda böyle insanların olduğunu fark ettiniz mi? İnanın onları fark etmek çok kolaydır. Çünkü mutsuz insanlardır. Yüzleri mutsuzluk şarkısını söyler durur aralıksızca…
Sesleri kısıktır hatta çoğu zaman duymazsınız onları...
Bir insanın sesinin kısılması daha küçük yaşlarda “Sus” komutunun söylenmesiyle başlar. Bende de öyle oldu. Konuşma özgürlüğümü daha küçük bir kızken kaybettim. Sonradan da kazanmak zor oldu; her şeyin bilincinde olup, hiçbir şeyi değiştirememek çok zor kabullenilen bir şey. Bu zorlu mücadele yıllarca sürdü. Tam anlamıyla kazanmış da değilim aslında. Galiba treni kaçırdım. Arkasından koştum ama yetişemedim. Sadece geride bıraktığı dumanının kokusuyla idare etmek zorunda kaldım.


Baskı altında büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde içe kapanık ya da saldırgan oluyormuş. Ben saldırgan değildim ama içine kapanık yaşadım yıllarca. Kelimeler boğazıma takılır, konuşamazdım çoğu zaman. Oysa sessizliğimin içinde sözcükler haykırıyordu. Kimse duymuyordu onları. İki dudağımın arasında kısılıp kalmış, dışarı çıkamamanın hayal kırıklığını yaşıyorlardı.
Bu durumu düzeltmem yıllarımı aldı. Çok zordu ama başardım. En büyük yardımcılarım kitaplarım oldu. Kırmızı Kurdele göğsüme takıldığından beri hiç vazgeçmedim onlardan. Kitap okumadan yatmazdım. Sayfalarında dolaşır, kelimeler arasında dans ederdim. Kitaplarım, sahip olduğum en iyi arkadaşlarımdı.


Annem de okumayı seviyormuş. Öğretmeni “Bu kız çok akıllı, onu öğretmen yapalım.” demiş. Ama dedem kabul etmemiş. Çoğu zaman tarlaya giderken geri çevirirmiş onu.
Babam okumamış, eminim isterdi. Zaten ona bu yöndeki fikrini sorduklarını da sanmıyorum. “Okumak ister misin oğlum?” diye sorulsaydı, belki de “Evet” derdi.
Beni ve kardeşlerimi okumak için teşvik ettiler hep. Ancak bunu yaparken bir eksik yanları vardı ki, bütün hayatımı etkiledi. Yeterince cesur değildiler. Bilinmeyenden korktular hep, daha doğrusu onların bilmediği hayattan. Bana ilk öğrettikleri şey de bu korkuydu. Asla cesur bir insan olamadım, nasıl olunacağını da bilmiyordum. Benimki boşuna bir çırpınıştı sanki. Yasaklar arasında büyümeye çalışan küçücük bir ağaçtım. Dallarımı kestiler, budadılar beni. Bütün gücüm köklerime gitti, toprağın altına.

***

“...en güzel hayaller çocukların hayalleridir.”

Şubat ayının başıydı erkek kardeşim doğduğunda. Babaannem, benim ve kız kardeşimin başında bekliyordu. Ne de olsa küçüktük. Evde tek başımıza kalamazdık. Babaannem “Önce ayaklarına bakın, kardeşinizi çok seversiniz.” dedi. Biz de öyle yaptık, küçük kardeşimizin ilk olarak ayaklarını okşadık. O günden beri çok sevdik onu. Henüz dokuz yaşındaydım, ilk annelik duygusunu onda tattım. Doğurmanın dışında her şeyi yaptım onun için. Altını temizledim, mamasını yedirdim, oyun oynadım, gezdirdim…
Annem “Sen abla oldun, büyüdün.” diye her şeyi üstüme yıktı, çocuk olduğumu unutarak.
Kardeşim adeta oyuncak bir bebek olmuştu benim için. Onu kucağıma aldığımda genlerimde var olan annelik duygusunu nasılsa hatırladım. Hiç yadırgamadım, sarıp sarmaladım. Oynadım onunla doyasıya. Onun ötesinde sevgimiz karşılıklıydı ki o da bana alıştı. Annesini sadece sütü için arıyordu.
Henüz ergen olmamış bir kız çocuğunun elinde tehlikeli bir oyuncaktı aslında. Vücudumdaki değişiklikleri fark etmeden yapay bir anne oluvermiştim. Nasıl hamile kalındığını bilmeden, sadece anne olmak harikaydı. Oysa bunun yaşamımda yapacağı etkiyi hayal bile etmemiştim o günlerde.
Anne olmak çok kolaydı.
Peki! Ya sorumluluk?
O nasıl bir duyguydu. Küçük yüreğimle böylesine bir yük nasıl taşınırdı. Aklım hep ondaydı. Derslerimi bile çalışamıyordum. Kardeşim beni bekliyordu. Okuldan eve koşarak geliyordum.
Onu çok sevmiştim. Onunla bir anneydim. Ona bildiğim her şeyi öğretmek istedim. Ne kadar öğretebildim bilmiyorum ama sanırım ilk öğretmenlik deneyimimi onunla yaşadım. Birlikte büyüdük, öğrendik.
Annem doğumdan sonra hep hastalandı. Sıkıntılı günler geçirdi. Kadın olmak zor işti. Acı çektiğini görüyordum ama elimden bir şey gelmiyordu.
“Ah! Kırmızı Kurdele, sokakta oynamak, koşmak istiyordum. Anne olmak istemiyordum.”
“Seni anlıyorum Küçük Kız.”
Bütün bu sorular beni çok düşündürüyordu, hatta arkasından ötekiler geliyordu. Kız çocuklarına neden oyuncak bebek alınır sorusu da ilk aklıma gelendi. Peki! Anne olmayı istemek için oyuncak bebeğe gerek var mı? Alışmak için mi? Evet, sanırım bundan. Şöyle kucağa alınır, altı şöyle temizlenir, şöyle yemek yedirilir gibi...
Peki, bebek nasıl olur?
Biliyordum, annem onu karnında taşımıştı bir süre. O oraya nasıl girmişti? Kim koydu onu oraya? Sonra o, nereden, nasıl çıktı? Ben görmedim çıkarken. Bu sorular dokuz yaşında bir kız çocuğu için zor sorulardı. Yanıt vermek de bir o kadar zordu. Ne yapsın kadıncağız, nasıl yanıt verecekti ki bana?
Şimdi bu satırları okurken gülüyor olabilirsiniz ama o zamanlar böyle şeyleri konuşmak ayıptı.
Anneme sorardım, “Ben nasıl oldum?” diye. O da “Seni leylekler getirdi.” derdi.
Leylekler her bahar yuvalarına dönerken bebekleri getirip evlere bırakırlarmış.
“Ben sonbaharda doğdum ama” dediğimde “Yolunu şaşırmış, gecikmiş biraz.” derdi.
Oysa hepsi yalanmış, kandırmış beni. Onca sorunun cevabını kendim bulmak zorunda kaldım. Çocuk kalbimle o zamanlar hep yanlış eve bırakıldığımı düşünürdüm. Kimse benim gibi opera dinlemiyordu. Tiyatroya gitmek, resim yapmak, müzik aleti çalmak istemiyordu. Benim gibi okumuyordu, düşünmüyordu.
Bu kadar düşünce beynime nereden geliyordu bilmiyorum!..
Erkek kardeşim güzel bir bebekti, çok da şanslıydı. En azından erkek olarak doğmuştu. Daha o zamanlar fark etmiştim kız erkek ayrımını. Herkes erkek olduğu için seviniyordu. Belki de erkek olsun diye yaptılar üçüncü çocuğu. Neyse ki Allah dualarını kabul etti de çok bekletmedi annemle babamı. Yoksa beş, altı kardeş olurduk biz de.
Babamın babası, dedem, evine gittiğimizde para verirdi kardeşime. “Oğlanların hası gelmiş.” diye de severdi. Erkek olmak kazançlıymış. Ben ve kız kardeşime sadece kuru bir hoş geldin yeterdi.



Bence her çocuk bir kardeşi olsun ister. Ancak kardeş doğumuyla yoğun kıskançlık yaşanırmış. Çünkü çok sevdiği anne ve babasını bir başkasıyla paylaşmak istemezmiş.
Kıskançlık, insanoğlunun en doğal duygularından birisidir. Bu duygu, sevilen kişinin paylaşılmasına katlanamamak olduğuna göre sevginin olduğu her yerde vardır.
Ancak bu doğal duygu, hala kendisi de sevilmeye muhtaç bir çocuk için ne zor bir durum oluşturur. Çocukla kardeşi arasında yaş farkı çok olursa bu kıskançlık pek yaşanmazmış.



Çocukların gelişimlerini etkileyen faktörlerden biri oyun ve oyuncaktır.
Bunu herkes biliyor artık. Psikologlar her yerde her zaman söylüyorlar. Hayatı tanıması için gerekli olan deneyimleri kendi kendine öğrenmesini kolaylaştırırmış.
Küçük bir çocuk nasıl öğrenecek oyun oynamayı? Kendi kendine mi?
Bunu kendi kendine yaptığında ve başardığında, karşınızda bir sanatçı var demektir.
Bir çocuğa verilecek en güzel, en değerli hediye onun yeteneklerini keşfetmektir.
Unutmayalım ki, insan dünyaya geldiğinde yetenekleriyle birlikte gelir. Küçük bir çocuk bunu fark edemez. Annesiyle babasının onu iyi gözlemlemesi gerekir.
Oysa çocuklarına “Sen önce oyuncaklarınla oynamasını öğren.” diye bağıran anneler biliyorum. Oyun bir iletişim yolu olduğuna göre, bu anne, daha en başından bütün kapıları kapatmaktadır. Oyuncaklarını sağa sola atarak tepki veren çocuk, aslında sadece bir oyun arkadaşı aramaktadır.
Annenin, en çok sevdiği oyuncaklarını atıp kıran çocuğun acı çektiğini fark etmesi gerekir. Anne olmak sadece o çocuğu doğurmak değildir. Aynı zamanında eğitmeni olmalı. Bu eğitim ise en iyi oyun oynarken verilir.



Çocuklar karanlıktan korkar. Bunu hepimiz biliriz. Ben hiç korkmadım hatta çok sevdim. En huzurlu olduğum zamanlar karanlık bir yerde düşünerek geçirdiğim zamanlardı.
Karanlığın içinde tek başıma kaldığımda, kendi iç dünyama yolculuk yapıyordum.
Daha on yaşında küçük bir kızdım. Ne günahım vardı ne de suçum. Rahatça dolaştım kalbimin zindanlarında. Derinlere indim dar merdivenlerden. Tuzaklardan geçtim. Aslında çok karanlık da değildi. Bir yerden ışık geliyordu sanki. Etrafıma bakındım. Ne bir güneş vardı, ne de bir yıldız.
Birden bir ses duydum. Biri bana seslendi sanki.
“Küçük Kız!”
Çevreme bakındım ama kimseyi göremedim. Aynı ses bir daha seslendi.
“Küçük Kız”
“Kim var orada?”
“Kırmızı Kurdele.”
“Ah! Kırmızı Kurdele sen misin?”
“Benim ya, seni bu zindanlarda yalnız mı bırakacağım sandın?”
“Bir yerden ışık geliyor, fark ettin mi?
“Senden geliyor.”
“Benden mi?”
“Evet, senden geliyor. Bu ışık doğduğundan beri senin içinde var.”

Karanlık odada tek başına, düşler diyarında bir kız çocuğu olarak, geleceğimi planlamaya çalışıyordum.



Hayal kurarken hayatımın sınırları yoktu, zaman, mesafe ve kurallar da… Sonra onları kim koydu bilmiyorum. Zihnim hayal kurarken tüm hızıyla çalışıyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, en güzel hayaller çocukların hayalleridir. Benim hayallerimin üstünü kalın bir keçeli kalemle çizdiler hep. Bu olmaz, şu olmaz! Bunu yapamazsın, şunu yapamazsın gibi.
Haykırmak istedim. Neden bana engel oluyorsunuz diye bağırmak istedim. Fakat sesim çıkmadı. Çünkü küçük bir kız çocuğuydum.
Bir çocuğa bundan daha büyük kötülük yapılabilir mi?
Hayallerimi anneme, babama anlatamadım hiç. Zaten ilgilenmediler de... Oysa bir çocuk hayallerini anlatabilecek kadar çok güvenmeli annesiyle babasına. Aksi halde çocuğun hayalleri nasıl beslenip büyür?
Hayallerimi fark ettiğimde otuz yaşımı çoktan geçmiştim. Hayallerimle kendi hayatıma katılamadım. Kurduğum hayat, hayallerimden çok uzak ve yalandı. Yanlış gemiye binmiş, yanlış yere giden bir yolcudan başka şey değildim.
Hayal kuran bir insanla karşılaştığınızda ona yardım edin. Çünkü hayatını değiştirmek istiyordur. Hatta acıyın ona, eğer hayallerini gerçekleştirememişse bilin ki mutsuz bir insan var karşınızda. Onu, içindeki girdaptan çekip almakla ne kadar büyük bir iyilik yapacağınızı bilemezsiniz.
Hayatımı, kendimden ve yeteneklerimden şüphe ederek geçirdim. Kalın, geçilmez “Hayır” duvarlarına çarptım. Doğal olarak hayallerimin saçma olduğunu düşündüm. Bu da en büyük engeldi benim için.
Yaşayarak öğrenmek, sonucu korkmadan beklemek ve olana metanetle katlanmak, insanın kazanacağı değerlerin en güzeli…

    ***

“...tutku ve meydan okumaların oluşturduğu ruh!”

Duvarda bir poster. Yatağımın başucundan bana bakıp duruyor. Okuduğum bir dergiden çıktı. Özenle yapıştırdım duvara. Aslında kim olduğunu bile bilmiyordum. Hapisteymiş. Bu adamın posterini neden duvarıma astım hatırlamıyorum. Belki de çok yakışıklı gelmiştir bana ya da esrarengiz. Fakat ona bakmak çok hoşuma gidiyordu.
Akşam babam geldiğinde ne kadar kızacağından habersiz, mutlu bir şekilde dolaşıyordum evde. Kim bilir belki de beyaz atlı prensimi bulmuştum.
Akşam oldu. Babam eve geldi. Bir ara yattığım odaya girdi, girer girmez de, “Bu ne?” diye bağırdığını duydum. Hemen koştum ama yetişemedim. Babamın elleri duvardaki postere uzanmış, çoktan ikiye ayırmıştı.
“Yırtma” diye bağırdım. “Onu ben astım!”
“Ne işi varmış bu adamın resminin bu oda da?” dedi.
Karşı koyamadım, yanıt da veremedim. Gözyaşlarım yüzümden aşağıya akıyor, içimdeki üzüntüyü kimse görmüyordu. Anneme baktım. Ondan yardım istedim umutsuzca. Annemden hiç ses çıkmadı. Babam duvardaki kalanları da yırtıp attı.
Oysa onu tanımıyordum. Nasıl tanıyacaktım ki on yaşında küçük bir kız çocuğuydum. Tek bildiğim o insanın özgür olmadığıydı tıpkı benim gibi...

...

Dedem bizi sinemaya götürürdü. Onun evine yakın mesafede yazlık sinema vardı. Yürüyerek giderdik. Sinemayı çok severdim. Gittiğimiz filmler kavgalı dövüşlü olurdu hep. Kendimi filmin kahramanının yerine koyar kötülüklerle mücadele ederdim.
Çirkin kral diyorlarmış ona. Oynadığı filmlerde haksızlığa uğramış insanları canlandırırmış. Sanırım kalbimi o filmlerde kaptırmıştım. Bence çok yakışıklıydı.

Saçlarımdaki beyazları sayarken aynada, onun yüzü geldi gözümün önüne. Onun da beyazları vardı. Onları çok sevmiştim. Kara gözleri bana baktıkça duvardaki posterden, küçük bir kızın kalbinin kanat çırpışlarını duyuyordu kulaklarım.
Çirkin kral, toplumun sürekli değişim, dönüşüm içinde bulunduğunu, sınıflar arası mücadelenin bu değişimde belirleyici olduğunu, değiştirmek için bilinçli bir mücadelenin gerekli olduğuna inanmış. Okuma, öğrenme tutkusu varmış. Hayat devam ettikçe pişmanlıkların da olacağını söylemiş. Tutku ve meydan okumaların oluşturduğu bu ruh bana hiç yabancı gelmiyor.


Sanatçıda var olan iç dünya zenginliği, baskı ve engellemelerle beslenir. İç çatışmaların eserlere dönüştüğü bu dünyada, kendine bir yol arayan insan, yanardağ lavları gibi yakıcı olabilir. İnsanın bağrından gelen bu ateş, yanan çam ağaçlarının kozalaklarını fırlatıp ateşin yayılmasını sağladığı gibi, başka yüreklerde yeni yangınlara neden olabilir.
Tıpkı benim gibi.
İçimdeki yangını söndürecek rahmet bulutlarını beklemek çok uzun sürdü. O bulutlar bir türlü gelmek bilmedi ama beklemekten de vazgeçmedim.
İnadının, isyanının ve öfkesinin benzeş olduğu yüreğimde, onun gibi birçok insanın posterini duvarıma asma isteği hiç bitmedi.
Yaşım yetmemişti onu daha fazla tanımaya. Büyüdüğümde o çoktan öte âleme göç etmişti. Onu tanımak artık kitaplardan ve filmlerinden mümkün olacak sanırım.

***

“...gücün içinde saklı; onu bul!”

Gecenin karanlığında korkunç bir sesle uyandım; sokaktan geliyordu. Gür, gür, gür… sanki bir dev yürüyordu sokağımızda. Annem ile babam da uyandılar. Onlar da duymuşlardı aynı sesi. Benim odamın penceresi sokağa bakıyordu. Yanıma geldiler. Babam perdeyi aralayıp dışarıya baktı, “Tanklar geçiyor, onlardan geliyor bu sesler.” dedi.
“Tank mı? O da ne?”
Yataktan kalktım. Babamın altından, kollarının arasından kafamı uzatıp, dışarıya baktım. Gerçekten de kocaman kamyonlar ilerliyordu. Üzerlerinde silah vardı, bazılarında da askerler.
“Savaş çıkacak.” dedi babam.
“Savaş mı? O da ne?”
Tek bildiğim savaş Kurtuluş Savaşı’ydı, okulda öğrendiğim, kitaplarda okuduğum.
Bir süre geçip giden tankları seyrettikten sonra yattık. Sabah olduğunda öğrendim ki Kıbrıs’ta savaş başlamış. Askerler oraya gidiyorlarmış. Büyüklerin konuşmalarını hatırlıyorum. Kimse memnun değildi bu durumdan.
Her gece aynı sesle uyanmaya başlamıştım. Gür, gür…Tank sesleri.
Yine perdenin altından kafamı uzatıp seyrediyordum. Savaşa gidiyordu askerler. Bağırmak, arkalarından seslenmek istedim.
“Durun, gitmeyin; savaş orada değil, burada. Gerçek savaş burada, benim içimde. Özgür olmak isteyen benim. İstilaya uğrayan benim. Düşmanlar sarmış dört bir yanımı. Kuralları kafes olmuş etrafımda. Kurtarın beni, kurtarın!”

“Küçük Kız.”
“…”
“Küçük Kız.”
“Ah! Kırmızı Kurdele gördün mü tankları.”
“Gördüm Küçük Kız.”
“Savaşa gidiyorlarmış. İnsanlar neden savaşır?”
“Özgür olmak için.”
“Ben de özgür olmak istiyorum. Öyleyse ben de mi savaşmalıyım? Hani benim tankım, tüfeğim?”
“Senin savaşın için tanka, tüfeğe gerek yok.”
“Ne gerekli o zaman, tek başıma ne yapabilirim ki.”
“Gücün içinde saklı, onu bul!”
“Nasıl?”
“Okuduğun kitaplar sana yol gösterecek.”

***

“...açık bir kalp sevginin sermayesidir!”

Bir gün okuldan eve geldiğimde defterimin arasından bir kâğıt çıktı. İçinde şöyle yazıyordu: “Sen gördüğüm en güzel kızsın. Seni seviyorum. Sana sarılıp, öpebilsem.”
“Aman Allah’ım bu da ne şimdi?”
“Bir aşk mektubu Küçük Kız.”
“Aşk mektubu mu? Aman kimse görmeden saklamalıyım. Hele babam hiç görmesin, döver beni. Aşk da neymiş der, düşünmez çocuk olduğumuzu, çok kızar.”
Ertesi gün okula gittiğimde kız arkadaşlarıma söyledim. Ne yapacağımı bilemiyordum. “Öğretmenimize söyleyelim.” dediler. Öğretmenimiz ya kızarsa, o çocuğu döverse diye endişelendim. Dövülmesini istemiyordum. Dövülmek çok kötü fakat bir daha böyle bir mektup yazmamalıydı.
Kız arkadaşlarım “Öğretmenimize söyleyelim.” dediler ısrarla.
Öğretmenimin yanına gittim. Sıkılarak anlattım. Mektubu eline verdim. Okudu, sonra sınıfa dönüp, “Kız öğrenciler dışarı çıksın.” dedi. Hepimiz çıktık. İçeride ne konuşuldu bilmiyorum ama bir daha aşk mektubu almadım.
Şimdi düşünüyorum da ne güzel yazmıştı. “Sen gördüğüm en güzel kızsın. Seni seviyorum. Sana sarılıp, öpebilsem.” Keşke vermeseydim mektubu öğretmenime, saklasaydım. Kalbimi kıran bunca erkekten sonra açıp defalarca okurdum şimdi.
Küçük bir erkek çocuğun kalbi, küçük bir kız çocuğu için çarpar durur mu hala bilmem. Bir daha öylesine masum ve temiz bir duyguyla sevilmediğimi biliyorum.


Sevgi çok değerlidir. Çünkü az bulunur. Sevginin görünür işareti insanın huzur içinde olmasıdır. Onu gözlerimizle böyle fark edebiliriz.
Toplum insana kendisiyle ilgili her şeyin gizlenmesi gerektiğini öğretir. Oysa sevgi açıklık ister. Duyguların dürüst bir şekilde ifade edilmesi gerekir.
Önce kendimize karşı dürüst olmalıyız. Kendi kendimizi aldatma, bizi yanlış yargılamalara götürür. Bunu da yanlış kararlar izler.
Bunun da ötesinde kendimizi korumak adına duygularımızı gizlememiz ruhumuzda derin çatlaklara yol açar. Bu çatlaklar birlikte olmayı hayal ettiğimiz insanla aramızda uçurumların oluşmasına sebep olur.
İnsanlar, birbirlerini sevdiklerini sanıyorlar. Hayır, aslında kendilerini kandırıyorlar.
Korku, sevginin can düşmanıdır. Açılmaktan korkarsınız. Çünkü açıldığınız zaman karşınızdaki insana koz vermiş olduğunuzu düşünürsünüz. Bir yere kadar haklısınız. Kendinizle ilgili ortaya döktüklerinizi yalancı bir kalp kötüye kullanabilir. Zaten öyle de oluyor. İnsan buna çok müsait bir varlık.
Bir insanın, gönlünüze girmesine ancak korkmadığınız zaman izin verirsiniz. Korkmadığınız zaman saklayacak bir şeyiniz yoktur. Ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsiniz. Açık bir kalp sevginin sermayesidir!
Aslında sevgi, önce kendi kendimize yaşamamız gereken bir serüvendir. Ruhunuzu zincirlerden kurtarmak, bencilliğinizden uzaklaşmak ve daha üstün amaca odaklanmaktan başka bir şey değildir.
Daha sonra başkalarıyla yaşayabileceğimiz serüvene dönüşür. Eğer kendimizi sevmiyorsak başkasını sevdiğimiz koca bir yalandır.
Sevgi gerçekten varsa, onu bir insana sunmaktan kim ya da ne alıkoyabilir ki?
Küçük bir çocuğun gösterdiği cesareti kim gösterebilir? Bedenleri büyümüş ama olgunlaşmamış ruhlar bunu nasıl anlayabilir?
Sevginin kutsal olduğunu bilerek, onu yok sayan toplum, sevdaların da hikâyelerde kalmasına sebep olmuyor mu?
Sevginin olmadığı yerde şiddet ve öfkenin egemenliği ele geçireceğini bilmiyor muyuz?
Var oluşunu sevgiye borçlu olan ruhlara bu zulmü neden yapıyoruz?
Sevgisizliğin verdiği acının bedenimizi ve ruhumuzu yıprattığını görmüyor muyuz?

“Ah! Kırmızı Kurdele, o çocuk şimdi nerede bilmiyorum.”
“Kim bilir?”
“Keşke onu bir daha görebilseydim.”
“Görebilsen ne yapacaksın ki?”
“Teşekkür ederdim, beni korkmadan sevdiği için.”

***

“...sevgi pazarlık konusu yapılmaz!”

Ülkede ihtilal olmuş, yeni bir düzenin içinde yaşamaya başlamıştık. O zamanlar on altı yaşındaydım. Genç kızlar sokaklarda devriye gezen askerlerle arkadaş oluyordu. O kadar çoktular ki ellerinde silahlar yollarda bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Bazen peşlerine takılıp yürürdük. Onlara laf atar, nereden geldiklerini sorardık. Çok uzaklardan gelenler vardı. Ailelerini aylardır görmüyorlardı. İçlerinden bir tanesi “Beni ziyarete gelsene!” dedi. “Birliğimizde küçük bir park var, ziyaretçimiz olursa orada oturmamıza izin veriyorlar.” diye ekledi.
Onu ziyarete gittim. Dediği gibi de oldu; izin verdiler ve parkta oturduk. Yanından ayrılırken “Yine gel.” dedi.
Tekrar gittim. O gün bankta otururken, birden kalktı, “Benim bir yere gitmem lazım bekler misin? Geri geleceğim.” dedi. “Olur.” dedim  ama dakikalar geçti, gelen giden yok.
Onun kalkıp gittiği anda parka doğru genç bir kızın geldiğini görmüştüm. Birkaç bank ileride oturan kız, sürekli bana bakıyordu. Daha sonra yerinden kalktı, bana doğru yürümeye başladı. Yanıma geldi, “Oturabilir miyim?” diye sordu. “Tabii oturabilirsiniz.” dedim, olacaklardan habersiz. Genç kız yanımda oturan askerin adını sordu. Ben de söyledim. Söyler söylemez ağlamaya başladı.
“Ne oldu, neden ağlıyorsun?” diye heyecanla sordum.
Meğerse o da aynı askeri ziyarete geliyormuş. Bir süre bankta oturup konuştuk. Üzülmüştüm ama belli etmedim. Çünkü genç kız benden daha çok üzgündü. Onu teselli etmeye çalıştım. Yapacak başka bir şey de yoktu. Aradan epey bir zaman geçti. Genç kıza “Gidelim, onun geleceği yok, zaten gelmez de.” dedim. Çünkü o bir yalancıydı. Yalanı ortaya çıkmıştı. İki kızı birden idare edeceğini düşünmüştü ama planı tutmadı.
Genç kız ile birlikte banktan kalktık. Yürümeye ve birlikte oradan uzaklaşmaya başladık. O hala üzgündü.
Yürürken arkadan bana seslenildiğini duydum. Durduk ve ikimiz birden sesin geldiği yöne baktık. Bizim asker koşarak bize doğru geldi.
Bana “Gitme.” dedi.
“Neden kalacağım ki?”
“Konuşalım.”
“Ne konuşacağız, her şey ortada, sen bizi kandırdın.” dedim.
Genç kıza döndü. “Beni affet. Onu kaybetmek istemiyorum.” diye söyleyince genç kız ağlayarak yanımızdan uzaklaştı. Onun öyle üzgün gidişi hala hafızamda saklı. Kırılan kalbini onarabildi mi bilmiyorum? Sanırım o da bir daha hiçbir erkeğe güvenmemiştir, tıpkı benim gibi(!)
Aradan yıllar geçti. Bu satırları yazarken tekrar o günlere geri döndüm. Yüzümde acı bir gülümsemenin olduğunu görebiliyorum. O benden çok uzaklara, memleketine geri döndü ama onun benzerleri yakınımda yaşamaya devam ediyor.


Sadakat bir antlaşmadır. İlişkinin geleceğini belirler. Karşıdakine sunulan öyle bir değerdir ki kimse kimseden böyle bir şey isteyemez. Kişiye duyulan gönüllü düşkünlüktür.
Oysa sadakatsizlik incitici olmanın ötesinde yıkıcıdır. Eğer karşılıksız sevmeyi bilmiyorsak, beraberliği yok ederiz. Çünkü haksızlığa uğradığımızı düşünürüz.
Onca kaba sözlere, düşüncesizce davranışlara, duygusuzca yapılan eleştirilere tahammül ederiz de, konu sadakatsizlik olunca canavar kesiliriz. Bağışlamayız ve bir yük gibi sırtımızda yıllarca taşırız. Ben öyle yaptım. Kalbimi kıranları bağışlamak istemedim. Hatta onlara misilleme yaptım. Bu beni rahatlattı mı? Elbette hayır! Aksi olsaydı aşkı hala arıyor olmazdım.

Hiç düşündünüz mü? Sevdiğiniz insanı bir başkasının da sevdiğini bilmek, size ne hissettirir?
Onu paylaşır mıydınız diye sorsam, ne cevap verirdiniz?
Paylaşmak deyince aklınıza ilk önce bedeni gelmez mi?
Yanınızda uyuyan, sofranızda yemek yiyen, elini tutup yürüdüğünüz insanın kalbini, bir başkasıyla paylaşır mısınız?
Ya da tersini düşünelim. Sevdiğiniz insan başkasının yatağında uyuyor, sofrasında yemek yiyor ve onun elini tutarak yürüyorsa... Peki, sadece onun yaşadığını bilmek size yeter mi?
Bu soruların cevabını bulmak zor! Sevgi pazarlık konusu yapılacak bir şey değildir. Ne kadar sevildiğinizi ölçmek içinizde hep bir şüphenin var olması demektir. Bu şüphe ise insanın kanını azar azar emen vampir gibidir. Bir gün fark edersiniz ki ilişkinizi yaşatacak bir damla kanınız kalmamış olur.

***

“...güvenilir, sevgi dolu bir dosttan korkulmaz!”

Dayım, köyden geldi. Yatma zamanı geldiğinde evin salonuna yatağını serdim. Birlikte yatağın üstünde oturmuş sohbet ediyorduk. Birden silah sesi duyduk. Arka arkaya ateş edildi. Arada sırada olurdu. Caddede devriye gezen askerler ateş ederdi.
Dayım ile ben balkon kapısına doğru adeta sürünerek gittik. Perdeyi araladık ve caddeye doğru baktık. Bir şey görünmüyordu ama bir hareketlilik olduğu belliydi.
Sohbetimizin konusu birden değişti. Bir süre perdenin altında kaldık ve olanları anlamaya çalıştık. Dayım o ara askerlerin köye geldiğini, evlerde arama yaptıklarını anlattı. Korkuyla sordum.
“Neden evleri arıyorlar ki?”
“Silah arıyorlar kızım.”
Hemen anımsadım. Dayımın duvarda asılı tüfeği vardı.
“Tüfeğini aldılar mı?” diye sordum.
 “Aldılar.” dedi. Konuşacak bir şey yokmuş gibi susmuştuk. Sonra ben de kendi yatağıma gidip yattım.
Ertesi gün doktora gidecekti. Ben de onunla beraber giderdim. Kalp hastasıydı, ara sıra kontrole gelirdi.
Doktor, dayımı gördüğünde “Sen daha ölmedin mi?” derdi. O da “Ölmedim hala yaşıyorum.” diye gülerek cevap verirdi.
Onu çok severdim. İri bir adamdı ama kalbi çok yumuşaktı. Onunla neler konuşuyorduk şu an çok iyi hatırlamıyorum. Ona duygularımı, düşüncelerimi anlatıyordum. Bunu iyi biliyorum. O da büyük bir sabır ve hoşgörüyle dinliyordu. Ondan hiç korkmuyordum. Geleceği günü sabırsızlıkla beklerdim hep.
On yedi yaşında bir genç kız için, harika bir modeldi. Onun da kızları vardı ve onları çok seviyordu. Ona evlenmek istemediğimi anlatıyordum. “Neden kızları küçük yaşta evlendiriyorlar?” diye sorular soruyordum. “Ben evlendirmem kızlarımı.” derdi. “Babalarının yanında yaşayabildikleri kadar yaşasınlar.” diye de eklerdi.

Beklenen olmuş dayımın ölüm haberi gelmişti. Çok iyi bir dostu kaybetmiştim. Güvenilir, sevgi dolu bir dosttu. Annemle babam köye gitmek için hazırlandılar. Bana “Gitmek ister misin?” diye sormadılar bile. Kardeşlerime bakacaktım. Onlar arabaya binerlerken, ben pencereden bakıyordum. Annem ile göz göze geldik. Ağladığımı gördü. Ağlama der gibi işaret yaptı. Araba gittikten sonra pencerenin önünde oturup ağlamayı sürdürdüm. Ölüm ilk kez, dayımın ölümüyle bu kadar yakın olmuştu bana. Anneannemin ve dedemin ölümleri bende derin izler bırakmamıştı. Çünkü onlarla çok şey paylaşmamıştım, zaten çok küçüktüm ama dayım, benim dostumdu.
Aradan yıllar geçti. Onu hiç unutmadım. Zaman zaman hatırlar ve hayalimde sohbet ederim. Yüzü gözümün önüne gelir, sakinlik içindeki konuşmasını hatırlarım. Kafasındaki şapkasıyla, sırtındaki kalın paltosuyla hayal dünyamı hala ziyaret eder çoğu zaman.
O sevgi dolu bir insandı. Çocukları da bu sevgiden nasiplerini almış, hatta torunlarına bıraktığı en güzel miras. Sevgi yüklü tohumlarını yeryüzüne serpti ve öte âleme göç etti.
Dünyanın sevgi yüklü tohumlara ihtiyacı vardı; o da görevini yaptı.
Ya ötekiler


Aradan çok zaman geçmedi. Babamın babası hastalandı. Ayakları tutmaz oldu. Yanından ayırmadığı bastonu da artık işe yaramıyordu. Gelecek olan belliydi, herkesin beklediği şeydi düşünülen… Bir gün haber geldi. Dedem ağırlaşmıştı. Hepimiz evine gittik.
Yattığı odaya girdim. Hiç kıpırdamadan yatıyordu. Babam “Durumu nasıl?” diye sordu. Doktor “Sabaha çıkmaz.” dedi.
Ne korkunç bir düşünce değil mi?
Onun gözlerindeki yaşam enerjisini bir daha göremeyecektim. Sigara kokan nefesini hissedemeyecektim. Ona sarılamayacaktım. Babaanneme “Siktir git.” demesini duyamayacaktım.
Bu kötü söz bile önemini kaybetmişti o an. Ağlamaklı gözlerle odasından çıktım. Yan odada oturdum. Gece geç vakit olmuştu. Herkes bir yere kıvrılmış yarı uykulu halde oturuyordu.
Birden gözümü açtım. Uyumuşum. Sabah olmuş, güneş çoktan doğmuştu. Uyukladığım yerden hışımla kalktım. Dedemin yattığı odaya doğru koşturdum, ölmüş olduğunu düşünüyordum.
Kapıdan içeri adımımı attığımda, birden gülen yüzüyle karşılaştım. “Dede yaşıyorsun!” sözü dökülüverdi dilimden.
Dedem, sırıtarak “Öleceğim zannettiniz demek?” dedi.
Konuşmadan ona sarıldım. Çok mutlu olmuştum. Gözümden süzülen sevinç gözyaşlarımı görmesini istemedim.
Altı ay daha yaşadı. Ölüm haberi geldiğinde, o gün yılbaşıydı. Bilinen şeyler yapıldı. Onu köye götürüp gömdüler.
Uzunca bir süre aileden ölüm haberi gelmedi.

***

“...okumayı çok seviyorum!”

Gençtim, kendim gibi genç bir erkekle beraberliğimi yeni bitirmiştim. Hayal kırıklığına uğramış, gelecekle ilgili planlarım alt üst olmuştu. Ne yapacağımı, bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilemiyordum. Nasıl yeni bir hayat kuracaktım, bilmiyordum.
Kitap okumayı çok seviyordum. Umutsuzluğa kapıldığım zamanlarda, çaresizliğimi okuyarak gidermeye çalışıyordum. Genellikle de kadınları anlatan kitapları tercih ediyordum. Kaybettiğim umudu satırlar arasında arıyor, başka kadınların yaşanmışlıklarında kendimi bulmaya çalışıyordum.
Şu an nereden edindiğimi anımsamıyorum Elimde kalınca bir kitap tutuyor, kapağını inceliyordum. Kitabın adı ‘Kadın’ idi. Üstelik bir kadın tarafından yazılmıştı. Bu kadın benim yaşadığım yerden çok uzaklardaydı. “Dünyanın her yerinde kadınlar aynı şeyleri mi yaşıyor?” diye geçirdim aklımdan.
Evimin camla örtülmüş mutfak balkonunda oturmuş dışarıya, uzaklara bakıyordum. Yaşadıklarım bir film gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Gözyaşlarım aktı akacak, kirpiklerime takılmış, öylece duruyor, fırsatını bekliyordu.
Ne zaman aynı şekilde camın önünde oturup, uzaklara baksam, annem, “Yine uzaklara bakıyorsun. Ne düşünüyorsun? Bir sıkıntın var senin.” diye sorardı.
Ben de her zaman “Hiç, hiçbir şey düşünmüyorum.” diyerek geçiştiriyordum.
Bu ayrılık kararı benim için çok zor olmuştu. Aslında kendim bile inanamıyordum. Yaşadığım ilk gençlik aşkıydı ya da ben öyle sanıyordum. En masum duyguların yoğurduğu bir aşktı. Sonunda evlilik hayalim gerçekleşmek üzereydi. Sevdiğim bu genç adam için çok önemsediğim okulumu bile yarıda bırakmıştım. Aramızda eğitim farkının olmasını istemiyordu.

“Ne büyük yanlışlık değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Evet, bu ilk yanlışın Küçük Kız.”
“Sana ihanet ettim.”
“Senin seçimindi.”
“Bedelini çok ağar ödedim.”
“Ödemeye de devam edeceksin.”
“Sesinde sitem mi var?”
“Sitem değil Küçük Kız, senden çok umutluydum.”
“Desene sen de hayal kırıklığına uğradın!”
“Henüz geç değil Küçük Kız, yaşam devam ediyor.”

Nişanlımla zaman zaman tartışıyorduk. Fakat her seferinde barışıyor, kısa süren dargınlıklar halinde geçiyordu günlerimiz. Her tartışmadan sonra bir demet çiçekle eve gelir, gönlümü almaya çalışırdı. Bu tartışmalar iyice sıklaşmıştı. İncir çekirdeğini doldurmayan sebepler yüzünden çıkıyordu hep. Son zamanlarda iki, üç günde bir olmaya başlamıştı. Ama o, yine bir demet çiçekle geliyordu. Evin her tarafı çiçeklerle dolmuştu. Çiçekleri koyacak vazo kalmamıştı. Onlar da hemen solmadığı için artık ne bulursam onun içine koyuyordum. Hatta komşulardan vazo istediğim bile oluyordu.
Ne yazık ki tartışmalar hiç bitmiyor, aksine daha da artıyordu. Kafam iyice karışmış, nasıl davranacağımı bilemiyordum. İçimdeki kırgınlık öfkeye dönüşüyor, artık bu öfkeyi yatıştırmaya çiçekler de yetmiyordu.
Nişanlım her tartışmadan sonra yüzüğünü yemek masasının üstünde duran kül tablasının içine koyuyordu. Sanki ayrılmak istiyormuş da bana bir türlü söyleyemiyormuş gibi...
Her seferinde de evden çıkmadan önce yüzüğü tekrar parmağına takıyor, ertesi gün yine bir demet çiçekle geliyordu. Bu durum böyle günlerce devam etti. Adeta işkence halini aldı. Hiçbir zaman bunu neden yapıyorsun diye sormadım. Fakat bu işin sonunun iyi olmayacağını hissediyordum.
Artık sinirlerim zayıflamış, onun eve her gelişinde elim ayağım titremeye başlamıştı. Yemeden içmeden kesilmiştim. Sinir krizleri geçiriyordum. Oysa nişanlılık günlerini hiç böyle hayal etmemiştim. Zaten babam da çok zor ikna olmuştu. Bu evliliği kabul etmek istememiş, zorluk çıkarmıştı. O kadar çok ağlamıştım ki sonunda razı olmak zorunda kalmıştı. Daha sonra akan gözyaşlarımın yerini kızgınlık, kırgınlık aldı.
Nişanlım bir akşam evimize geldi. Yine bir demet çiçekle tabii... Elinden aldım, masanın üstüne koydum.
Birlikte salondaki yemek masasına oturup, konuşmaya başlamıştık ki; henüz yarım saat olmadan yine tartışmaya başladık. Bu seferki tartışmanın konusu bir düğündü.
Kız arkadaşım evleniyordu. Düğününe gitmiştik. Bütün çocukluk arkadaşlarım düğüne gelmişlerdi. Birlikte büyümüştük ve aramızda ilk evlenen kız arkadaşımızın düğününü kutluyorduk. Piste çıkmış, karşılıklı göbek atıyor, çok eğleniyorduk. En çok da gelin eğleniyordu.
Son tartışmamız işte bu düğün yüzündendi. Pistte dans ederken kızlar ve oğlanlar karşı karşıya gelmiş, birbirimizin önünde oynamıştık.
 İşte sebep buydu. “Neden oğlanların önünde oynadın?” diye söylendi. Sakin bir tavırla “Bunu neden sorun yapıyorsun? Biz arkadaşız.” dedim. Fakat tatmin olmuyordu. Tartışmayı “Onlardan biriyle evlen o zaman.” diye sürdürdü. Yine sakin bir tavırla “Biz arkadaşız, isteseydim onlardan biriyle evlenirdim. Ben seninle evlenmek istedim.” diye sürdürdüm sözlerimi. Ama o hiç dinlemiyor, tartışmayı ısrarla sürdürüyordu. Sinirlerim iyice bozulmuş, ağlamaya başlamıştım. Kendimi tutmaya çalışıyor fakat tutamıyordum. Durumu annemle kardeşlerimin fark etmesini istemiyordum ama dayanacak gücüm de kalmamıştı artık...
Bu düşünceler içinde kıvranırken, nişanlımın “Şimdi sana vurursam.” diyerek, havaya kaldırdığı elini görünce daha da yıkıldım. Bana vurmamıştı ama hareketi vurmuş kadar acıtmıştı yüreğimi.
Henüz nişanlıyken kalkan bu el evlendikten sonra mutlaka inecekti suratıma hatta dayak bile yiyebilirdim ondan.
Masadan kalktım. Banyoya gittim. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Gözyaşlarım kontrolünden çıkmış, yanaklarından aşağıya akıyordu. Canım çok acıyordu. Kalbim asla düzelmeyecek şekilde kırılmıştı. İnandığım, sevdiğim bu genç adam, bana el kaldıracak kadar cahil ve hırs doluydu.
Annem banyoya gelmiş, halimi görünce çok endişelenmişti. “Kızım ne oldu? Bu halin de ne?” dedi. Cevap veremedim, sadece ona sarıldım, ağlamaya devam ettim. Annemin kollarında titremeye başladım. Sanki donuyordum. Annem beni yatağına götürdü, yatırıp üstümü örttü. Evdeki herkes bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı artık. Kardeşlerim yanıma gelmiş olanları anlamaya çalışıyorlardı. Bense sadece titriyor, ağlıyor, ağzımdan tek bir sözcük çıkartamıyordum.
Annemle kardeşlerim “Dinlen biraz.” dediler, “Sakinleşince anlatırsın.” diyerek odadan çıktılar.
Bir süre sonra annem seslendi, “Kızım nişanlın gidiyor.” diye.
Duydum ama cevap vermedim. İçimden “Gitsin, bir daha da gelmesin!” dedim. Artık ne sesini duymak ne de yüzünü görmek istiyordum.
İki saat sonra sakinleşip odadan çıktım. Mutfakta oturan annemle kardeşlerimin yanına gittim. Her şeyi bir solukta anlattım. İçim boşaldı, rahatladım. Erkek kardeşim “Üzüldüğün, sıkıldığın bu mu ablacığım? Sonuçta bu birlikteliği bitirmek gibi bir seçeneğin de var. Kurtul bu üzüntüden.” diye yüreğimi güçlendirdi.
Artık bu beraberliğin sürmesini istemiyordum. Havaya kalkan o el, bardağı taşıran son damla olmuştu. Masum duygularla sevdiğim bu genç adamı affetmek istemiyordum.
Babam eve geldiğinde her şeyi anlattım. “Hemen yüzüğünü gönder.” dedi. Galiba bu duruma da en çok sevinen o olmuştu.
Ertesi sabah erkenden kalktım. Evdeki herkes uyuyordu. Nişan yüzüğümü bir zarfın içine koydum. Bütün hediyeleri de bir çantaya doldurdum. Onu hatırlatacak hiç bir şeyi istemiyordum. Çantayı götürülmek için kapının yanına koydum. Annem uyandığında “Bu ne?” diye sordu. “Eşyaları ve yüzüğü” dedim.
Çantayı kimsenin götürmeye gücü yoktu. Bu yüzden bir yakınımızdan rica ettik. O da götürüp, yerine teslim etti.
Hemen evden çıktım, halama gittim. Birkaç gün orada kaldım. Daha sonra da dayıma, köye gittim. Uzaklaşmak istiyordum ondan. Çünkü arayacağını biliyordum. En iyisi uzaklaşmaktı.
Daha sonra aradılar. Nişanlım, “Bunu neden yaptın?” diye soracakmış. Eğer beni üzdüyse özür dileyecekmiş. Neyin özrünü, havaya kalkan elin özrü mü olurmuş?
Onunla bir daha hiç konuşmadım. Hiçbir zaman öğrenemedi onu neden terk ettiğimi. Sonraları sorarmış, “Bunu neden yaptı, bunca yılı nasıl da silip attı.” diye.
Havaya kalkan bir el uğruna silinen yıllarım, kaybolan hayallerim, umutlarım yok olup gitti.

“Neden hep, kadının suratına kalkıp iner ki bu el?”
“Zor bir soru, Küçük Kız.”
“Ve daha birçok kez tanık oldum. Farklı erkeklerden; babam, kocam... Sözlerinin yetmediği yerde hep o el imdatlarına yetişti.”
“Haklısın, bunu yaşayan yalnız sen değilsin.”
“Biliyorum ama nedenini anlayamıyorum.”
        
Kararlıydım konuşmamaya, çünkü konuşmak, affetmek demekti kendimce. Oysa benim onu affetmeye hiç niyetim yoktu.
Annemin, “Kızım, yine uzaklara dalmışsın. Ne düşünüyorsun?” diyen sesiyle kendime geldim. “Hiç” dedim, “Hiç anne, öylesine işte.”
Elimdeki kitabın kapağını çevirdim. Kadınları daha iyi anlamak ve tanımak arzusuyla satırları okumaya başladım. Hem de bu satırların hayatımı değiştireceğini bilmeden.

***

“...kendim olmama izin verilmiyor!”

Yüzünde büyük bir yara izi taşıyan adam, çirkinliğine bakmadan, evleneceği kadında güzellik arıyordu. Koyduğu kurallarla kirlettiği dünyayı yine kendi kurallarıyla temizlemeye çalışıyordu. Aradığı saflığı kadının kalbinde değil bacak arasında bulacağını zannediyordu.
Aradığını buldu mu bilmem? Kendi kalbinin karanlığı öyle büyüktü ki hiçbir ışık aydınlatamazdı onu.
Bu adamı ilk gördüğüm gün, “Ne çirkin adam!” dedim içimden. Benimle konuşmak istediğini söyleyince, ne yalan söyleyeyim, canım hiç istemedi. “Olmaz.” dedim. Bizi tanıştıran arkadaşım; “Ne olacak bir saat oturup konuşsan, seni yemeyecek ya.” dedi. “Peki” dedim, onu kırmamak adına.
Buluştuk, geniş pencereli aydınlık bir kafeteryada oturduk.
“Ne işim var benim burada?” dedim içimden. Konuşmak istemiyordum. Yine sessizliğimin arkasına gizlenmiştim. Kendimi zor tutuyordum koşarak kaçıp gitmemek için.
Yüreğim daraldı. Gözlerim ötelerde bir yerde, aşk kokan bir bahçede; aşk şarkısı söyleyen bülbülü arıyordu. Çare yok, bir-iki saat katlanacaktım bu duruma, zamanın çabucak geçip gitmesini dileyerek!
O durmadan konuşuyordu. Sesini duyuyordum ama söylediklerini hiç anlamıyordum.
Birden irkildim. “Çok mu çirkinim?” diyen sorusuyla. “Hiç yüzüme bakmıyorsun.” diye de ekledi.
Telaşlandım, “Yok, yok.” dedim, utanarak. “Ayıp oldu adama, sana yakışmadı bu davranış kız!” dedim içimden. Üzüldüm.
O konuşmaya devam etti, ben de düşüncelerime yeniden döndüm. Uzaklara gitmek istiyordum ama nasıl?
Bu adam işi gereği geziyordu. Aynı yerde sürekli kalmıyordu. Birden bir ışık belirdi kafamın içinde. Neden olmasın, bu adam sayesinde çekip gidebilirim buralardan diye düşündüm.
Evet, yapabilirdim bunu. Belki sonradan sevebilirdim. Yüzüne baktım ilk kez. O benim için bir yabancıydı. Konuşkandı, evet, sevebilirdim onu. Evlilikte keramet var demiyorlar mı? Kadın kocasını sever her halde? Birçok kadın, tanımadığı erkekle evlenmiyor mu? “Ben...” dedim kendi kendime, “Ben de evlenirim, ne olacak!”
Görüşmeye devam ettik. Bir ay, iki ay, üç ay… altı ay; nedense işi bir türlü resmiyete dökmüyordu. Her görüşmemizde korkularından bahsediyor, daha evlenmeden ya ayrılırsak diye düşünceler üretiyordu.
Babam huzursuzdu, yine de sessizce bekliyordu. Onu sorup soruşturmuştu, hakkında bilgi toplamak için.
“Hakkında kötü şeyler söylemediler ama duyduğum da kafamı karıştırdı kızım. ‘Kızlarla evleneceğim’ deyip bir süre görüşüyor, sonra da ayrılıyormuş, dikkatli ol!” dedi
Bu durum benim de kafamı karıştırmıştı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Yaşadığım yerden çekip gitmek fikri benliğimi o kadar kaplamıştı ki bu ilişkiden vazgeçme kararını uzak tutuyordum kendimden. Ne olduğunu çözemedim. Beni sürekli evine çağırıyordu ama gitmek istemiyordum. Ona hiç güvenmemiştim.
Kimse evliliğinden vazgeçmek istemez. İnsan zaten ayrılmak için evlenmez ki! Bu beraberliğin ömür boyu süreceğine inanır. Ölüm ayırana kadar diye söylemiyorlar mı? Evlilik gönüllü bir beraberlik değil mi?
Günler arka arkaya sıralanırken, evdeki huzursuzluk daha da arttı. Ben de artık yorulmuştum. İşin cılkı çıkmıştı.
Bu durumu bir sonuca ulaştırmak istiyordum. Konuşmanın, duygularımı ve düşüncelerimi anlatmanın iyi bir yol olduğunu düşünüyordum. İnsanlar konuşarak anlaşır değil mi? Ben de bu yolu kullanmak istiyordum işte!
Ama bu yol babam için zor ve uzun bir yoldu. Kestirmeden gitmek daha kolaydı. Sözcükler yerine tokatların daha çok işe yarayacağını düşünüyordu.
Bir gün işten eve geldiğimde daha kapıdan girer girmez babamın acımasız tokatlarıyla karşılaştım. Tokatların değdiği hiçbir yer acımıyordu ama yüreğim çok acıyordu. O gece ölmek istedim ama bunu yapacak cesaretim yoktu. Sabaha kadar ağladım. Suçum neydi ki? Sorunları konuşarak çözmek mi? Yoksa çekip gitmeyi istemek mi?
Ben o adama âşık değildim ki, neden korkuyordu bu kadar? Tabii bilmiyordu, ona hiç güvenmediğimi. Çünkü bunları konuşmuyorduk, konuşamıyorduk.
Çekip gitmek istiyordum yaşadığım yerden. O adam benim için sadece bir kurtuluştu. Aslında yaşadığım yer çok güzeldi. Hiç suçu yoktu onun. Ben yalnızca geçmişimden kaçmak istiyordum.
Daha sonra öğrendim ki insan geçmişinden kaçamıyor. Yüzüne çizgiler, saçlarına aklar düşmüş bir kadın olarak geçmişten kurtulmanın yolunun, uzaklara gitmek değil, tam tersine içine doğru bir yolculuk yapmak olduğunu çok iyi anladım. Kurtulmanın tek yolu geçmişle hesaplaşmaktı.
Yine bir gün evimizin penceresinin önünde oturmuş, dışarıyı seyrediyordum. Evimiz ana caddenin üzerindeydi. Arabaların gürültüsü bir uğultu şeklinde bulunduğumuz kata doğru yükseliyordu. Bense sessizdim yine, kulaklarımda yüreğimden yükselen bir hüzün şarkısı vardı.
Annemin “Yine uzaklara bakıyorsun, ne düşünüyorsun?” diyen sesiyle irkildim. “Hiç, hiçbir şey düşünmüyorum.” dedim.
Oysa kırılan kalbimi nasıl tamir edeceğimi bulmaya çalışıyordum.
O günlerde iş yerini değiştirmişti. Onu kutlamak için mor menekşe almıştım. Yeni odasında penceresinin önüne koyar, beni hatırlar diye düşünmüştüm. Adresi öğrenmek için telefon ettim. Uzun bir konuşma oldu. Ona babamdan yediğim dayağı anlattım. Ne kadar çok üzüldüğümü ve beni anlamasını bekledim. Konuşmanın bir yerinde “Ben sana evlilik sözü vermedim ki.” dedi.
İşte o anda olanlar oldu. Gözlerim karardı. Başım döndü. Kendimi bir solukta pencerenin önüne attım. Dışarıdan gelen ekzos kokan havayı ciğerlerime çekerken kanepede oturup kaldım.
Derken hafızamı yokladım, hatırlamaya çalıştım. Bir şeyleri ben mi fark etmemiştim acaba? Ona “Benimle evlen.” demedim. Bunu söyleyen kendisiydi. Hem bana da değil babama söylemişti. Babam da kızım isterse olur demişti.
Şaşkınlığım bir süre sonra öfkeye dönüştü. Elime geçse parçalayacaktım.
Oturduğum yerden kalktım. Odama doğru yürüdüm. Giyindim. Elimde mor menekşe saksısı merdivenlerden koşarak indim. Otobüse bindim. Boş bir koltuğa oturdum. Ellerimin arasındaki mor menekşe saksısına ağlamaklı gözlerle baktım…
Dev bir kuş olduğunu hayal ettim. Kanatlarına tutunup ertelediğim hayallerimin peşinden gitmek istedim. Hem de uzaklara, çok uzaklara…
Aniden kalktım. Dur ziline bastım. İlk durakta indim. Neredeyim diye etrafıma bakındım. Bir arkadaşımın iş yerine yakın olduğumu fark edip o yöne doğru yürümeye başladım. Bürosuna geldiğimde masasının başında oturmuş çalışıyordu. Menekşe saksını ona doğru uzattım. Sevindi, “Menekşeyi çok severim.” dedi ve gülümseyerek elimden aldı.
Yaralı yüzlü adamı bir daha hiç görmedim. Görmek de istemedim zaten... Sonra öğrendim ki adamın derdi benim bakire olup olmadığımı anlamakmış. Bunu nasıl anlayacaktı acaba? Demek ki beni sürekli evine çağırmasının nedeni buymuş? Her halde bir planı vardı. Kim bilir?
Nasıl bir plandı bilmiyorum ama daha kalbime girip girmediğini anlamadan bacak aramdaki zara takmış durumdaydı…

“Nasıl bir egodur bu?”
“Bu egolu insanlardan daha çok var, Küçük Kız.”
“Ne kadar acımasız!”
 “Sana değil, kendine karşı.”

...

Ego, toplum tarafından yaratılmıştır. Asla gerçek siz değilsiniz. Egonuzdan vazgeçemediğiniz sürece de kendinizi bulamazsınız.
Bütün insanlar doğdukları zaman en saf haldedirler. Sonra toplumsal dayatmalar düşüncelerimizi şekillendirir. Bu dayatmalar üzerinden ilişkilerimizi sürdürürüz. Kimse gerçek bizi tanımaz ve biz de gerçek olan benlikleri tanıyamayız.
Ne güzel olurdu, doğduğum zamanki saflığıma dönebilsem. İnsan sahte benliğini sergiliyorsa, o zaman yaşadığı hayat da sahte olmaz mı?
Ne büyük bir sömürü bu? Kimsenin kendisi olmasına izin verilmiyor.
Gerçek ben, rüyalarımda yaşayan, sarhoş olduğumda ortaya çıkan, kontrolümü yitirdiğimde derinliklerimden çıkıp gelendir.


İnsanı özellikleri nedeniyle iki nitelikle inceleyebiliriz; kişilik ve karakter... Kişilik, doğuştandır. İnsanın duygu dünyasını yansıtır. Karakter ise doğduktan sonra iradenin kullanılıp ya da kullanılmamasıyla şekillenir.
İnsan kendi özündeki özellikleri sergileyemiyorsa, ona yüklenen değerlerle yaşıyor demektir.
İşte bu değerler üzerinden insanları sevmek için bir ölçüt oluştururuz.
Yaralı yüzlü adamın ölçüsü de birçok erkek gibi evleneceği kadında bakirelik aramasıydı.
Toplumun kadına olan bakış açısı, onu insan olarak değil de, fiziki bir beden olarak algılanmasına sebep oluyor. Dolayısıyla bedenin değerli olduğu bu dünyadan cehenneme gidecek daha pek çok insan çıkacak demektir.
Toplum kuralları doğa kanunları değildir. Sonradan zihnimize eklenmiş, bizi mutsuz insanlar yapan şartlanmalardır.
Toplum kurallarını sorgulamak, gelişimin en temel şartıdır.
İşte bu yüzden yaradan, önce kalbimize bakacak; eylemlerimize değil.
Toplum kurallarıyla ahlak kurallarını birbirine karıştırmamalıyız. İkisi aynı gibi görünse de bu bir yanılsamadır.
Bence ahlak kuralları yaratıcının kurallarıdır. Bu kuralları doğadan soyutlamak çok yanlış ve yaradılışa aykırıdır.
Sahip olmamız istenen değerler zaten genlerimizle bize geçmektedir. Çok fazla arayışa gerek yok.
Normlar, gelenekler, görenekler, kurallar bizi her ne kadar şekillendirse de, olduğumuzdan farklı ya da fazla olamayız.
Kafamızda evirip çevirmeyelim, yaratıcıya güvenelim. Çünkü o hiç hata yapmaz.

 ***

“...sanatın eğitici gücü!”

Sevgi eksikliği olan insan, aslında bir yaratma potansiyeline sahiptir. Dünyaya küsmüş, kendini değersiz gören, kendini ve insanları sevmeyen insan, şaşırtacak şekilde yaratıcı da olabilir.
Yetişkin bir insan olsanız da, size söylenenler, yapılan davranışlar sizi etkilemeyi sürdürür. Çünkü benliğinizi saran ve kırılmayı bekleyen kalın bir kabuk vardır. Bu kabuk kırılmayınca rahatlık yakalanamaz.
Ben, bu kabuğu sanata tutunarak kırmaya çalıştım. Şimdi farkındayım ki hayatımda yaptığım en doğru seçimmiş.
Yaşım otuza yaklaşmıştı. Hala mutsuz bir şekilde kuruntularla yaşamaya devam ediyordum. Yıllarca sessiz kalmıştım.
Zihnimdeki kargaşa ve karmaşa hayatımı boğuyor, cesaret kırıcı düşünceler ısrarla varlığını sürdürüyordu. Beynim neye programlanmışsa onu yaşıyordum. Hayatımı değiştirmek istiyordum ama nasıl? Oysa sanat, cankurtaran simidi gibi karşımda duruyordu. Otobüsün camına yapıştırılmış bir afişten bana bakıyordu.
‘Fotoğrafçılık Kursu’ olduğunu fark ettiğimde şehir otobüsüyle bir arkadaşımı ziyaret etmeye gidiyordum. Hayatıma nasıl bir yön vereceğimi düşünürken karşıma çıktı. Belediyenin düzenlediği sanat etkinliklerinden biriydi. Dikkatimi çekti. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ayaklarım istem dışı bir güçle beni kursun verildiği yere götürdü. İçeri girdim.
O günün yaşamımı ne kadar çok derinden etkileyeceğini ve değiştireceğini anlamamıştım. Orta yaşlarda bir adam, bize ayrılan yerde fotoğrafçılık hakkında bilgi vermeye başladı. Sonra bizi -karanlık oda diye- bir yere götürdü.

“Karanlık oda mı dedin Küçük Kız.”
“Ah! Kırmızı Kurdele, en çok sevdiğim yer biliyorsun.”
“Biliyorum Küçük Kız.”
“Bize fotoğraf basarak agrandizör adında bir makineyi tanıttı.”
“Ne kadar çok heyecanlanmıştın değil mi?”
“Heyecan mı dedin? O günden beri hayatım değişti.”

Karanlık odada kırmızı bir ışık yanıyordu. Onun sayesinde odanın içini fark edebiliyorduk. Elinde fotoğraf filmi vardı. Onu agrandizörde bir yere yerleştirdi. Sonra eline beyaz bir kâğıt aldı. “Bu bir fotoğraf kartı” dedi. Sonra da “Fotoğraf böyle oluşuyor.” diye de ekledi.
Agrandizörden bir ışık çıktı ve kartın üstüne yansıdı. Çıkan ışık ne yapacak diye düşünürken, hoca kartı eline aldı ve yanında duran plastik bir kutunun içine attı. İçinde bir sıvı vardı. Kâğıt sıvıyla temas ettiğinde üzerinde yavaş yavaş bir görüntü oluştu. Herkes kutuya bakıyordu. Başımı öne doğru eğdim, daha iyi görmek istercesine.
Birkaç kez daha gittim. Fakat en son gidişimde hocanın artık gelmeyeceğini öğrendim. Çok üzüldüm. Yine terk edilmiştim. Dışarı çıkmak için kursun verildiği binanın kapısına geldiğimde, ayaklarım beni geri götürdü. Tekrar merdivenlerden çıktım karanlık odaya girdim.
İçeri girince agrandizöre yaklaştım. Onu incelemeye başladım. Acaba kendim fotoğraf basabilir miyim diye düşündüm. Fotoğraf kâğıtlarının bulunduğu kutuyu elime aldım. Tam kapağını açacaktım ki odanın karanlık olması gerektiğini hatırladım. Hemen ışığı kapattım. Oda karanlık olmuştu ama ben her nedense her yeri ve her şeyi görüyordum.
Elime bir tane kart aldım. Kartın üzerindeki görüntünün oluşmasını seyrederken, kafamın içinde bir ışık belirdi. O an ben artık başka biriydim.
Sonra ışığı açtım. Elimdeki fotoğrafa bakarken, içimde müthiş bir sevinç duydum.

“Artık bir amacın vardı değil mi Küçük Kız?”
“Evet, beni hayata bağlayacak bir amaç”

Fotoğraf çekmenin bir sanat olduğunu öğrenmek, hayatımda engin bir pencere açtı. Bakış açımı değiştirdi. Yüreğimde müthiş bir coşku hissettim. Fotoğraf Sanatına gönülden bağlandım. Ona âşık oldum. Onunla yatıp kalkıyor, onunla yiyip içiyordum. Üreteceğim fotoğraf karelerinin hayaliyle yaşıyordum.
Elimde fotoğraf makinesi sokaklarda dolaşırken, sanki sevgilimi koluma takmış geziyor gibiydim. Kendimi hiç yalnız hissetmedim. O da beni hiç kandırmadı. Bana el kaldırmadı. Beni alıp engin ufuklara taşıdı.
Düşünce yapımın da bu sanata uygun olması çok sevindiriciydi. Kendimi yeniden buldum.
İçimdeki büyük boşluğu Fotoğraf Sanatı doldurdu. Ona olan aşkım hiç bitmedi.
Birçok insan, ilgi ve yeteneklerinin fark edilmemesi ya da üzerinde durulmaması nedeniyle gerçek anlamda kendilerini tanıma şansı elde edemiyor. Farkına varsa bile motive edilmediği için,  yeteneklerini keşfedemiyor.
Yaratıcılık, kişilik özelliği, bir yetenek olmakla beraber, duygusal bir süreç ve yaşam biçimidir. Onun ötesinde geliştirilebilir özelliği vardır. Bunun için duyguyla aklın en iyi bütünleştiği ‘Fotoğraf Sanatı’ndan yararlanabiliriz.
Buna başvurduğumuz sürece ele aldığımız elemanlarla bilinçaltını boşaltır, ruhu dinginleştirir.
Hayatınızda düzensizliklerden rahatsızsanız ve hayatınızı güzelleştirmeyi sağlayacak ‘Estetik kişilik’ kazanmak istiyorsanız, fotoğrafı görsel bir iletişim aracı olarak kullanabilirsiniz.
Sanat yoluyla ifade imkânı kazanarak ruh sağlığınıza yardımcı olabilirisiniz.
Değişim ve gelişim için tercihlerinizden biri Fotoğraf Sanatı olsun...
Fotoğraf Sanatı bir ifade ve karakter eğitimidir. Bu eğitim sürecinde aşağıdaki sorulara cevap bulabilirsiniz.
İyi bir fotoğraf nasıl elde edilir? İyi bir fotoğrafçı nasıl olmalı? Fotoğrafçı gözüne sahip olmak doğuştan bir özellik midir? Eğitimle bu özelliği kazanmak mümkün müdür? Görsel okuma, Algılama nedir? Bakmak ve görmek arasındaki fark nedir? Yaşanan anı tanımlamak bize ne kazandırır?
İşte bütün bu soruların “Tekâmül” ile yakın ilişkisi olduğunu söylesem ne dersiniz?
İnsan için değişim ve gelişim bir irade meselesidir. Ben de çocukluğumdan itibaren sanata karşı hep sevgi besledim. Resim yapmayı çok seviyordum. Fakat altıncı sınıftayken resim öğretmenimin bana haksız yere bağırması ve sınıfın önünde küçük düşürmesi yüzünden bir daha resim yapmadım. Ama kardeşlerimin resim ödevlerine yardım ettim.
Sonra dört sene flüt çaldım. Fakat babamın izin vermemesi yüzünden ona da veda ettim.
Bir gün kahvaltı yaparken babam, çocukluğuyla ilgili bir söz söyledi.

“Onun söylediğini duydun değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Duydum Küçük Kız.”
“İçim cız etti.”
“Farkındayım.”
“Meğer çocukken o da saz çalmak istemiş.”
“İzin vermemişler.”
“Evet, ne ironik değil mi?”
“Bana da kendi izin vermedi.”
“O da engellenmiş bir çocuk Küçük Kız.”
“Ah! Kırmızı Kurdele onu en iyi ben anlarım, değil mi?”
“Evet, Küçük Kız.”
“Onu bağışlamalıyım.”
“Bunu yapabilecek misin?”
“Zor ama yapmalıyım. Keşke, sanatı ne kadar çok sevdiğimi anlayabilseydi.”
“Keşke deme, “keşke” sözü şeytanın en çok sevdiği sözdür, Küçük Kız.”
“Galiba korktu benden.”
“Onun korktuğu senin özgür ruhundu Küçük Kız.”
“Belki!”
“Sanatın, ruhu ne kadar geliştirip olgunlaştırdığını bilmiyor Küçük Kız.”
“Oysa sanat yaratıcılığı geliştirir değil mi?”
“Evet, sanat eğitiminin böyle bir işlevi var, Küçük Kız. İnsanda her türlü yeteneğin ortaya çıkmasına neden olur.”

Sanat ile duygularımızı, elimizdeki malzemeye aktarırken yaşam zenginleşir. Çevremize ve hayata farklı bir gözle bakmasını öğreniriz. Gelişiriz; duyan, gören, düşünen, yaratan biri haline geliriz.
Çocuğun ileride bir yetişkin olacağını düşündüğümüzde, bu eğitimin hedefi çok büyüktür. İçinde yaşadığı dünyayı kavramasında, hissettiği şeylere karşı tepki göstermesinde çok önemli rol üstlenir.
Sanat eğitimini bir bütünlük içinde düşündüğümüzde; birey ve toplumun can damarı olduğunu görürüz.
Her şeyden önce bizim için önemli olan, nasıl bir insan yetiştirmek istediğimiz değil mi? Bireyin kendisine, içinde yaşadığı topluma ve dünyaya var olduğunu anlatması belki de karşılaştığı en zor deneyim.
Yaratıcılığını hissettiği alanda kullanıp geliştirebilen her çocuk, kendi kendine yetebilen, yaşantısındaki zorlukları yenebilen bir yetişkin olacaktır.
İnsan, içgüdülerini yararlı biçimde kullanma yolunu, ancak becerilerini ortaya çıkarmakla bulabilir.
Sanatın eğitici gücü, akıl ve duyguyu bir bütün haline getirir. Hatta ikisi arasındaki işbirliği özgür insanın da yolunu açar.
Shiller, “Duygusal insanı akıllı yapmanın tek yolunun, onu önce sanatsever yapmak.” olduğunu söylemiş.
Sanat eserinde ortaya çıkan özgür tavır, yalnız onu yaratanı değil, onunla iletişim kurabilen bütün insanları da özgürleştirir.
Ailemin sanattan uzak yaşaması benim de hayallerimin kül olup uçup gitmesine neden oldu. Öyle de olsa çok değer verdiğim sanatın, ucundan kıyısından tutunmaya çalıştım.
Fotoğraf Sanatıysa, tutunmaktan öte bir fırsat tanıdı bana.
Fotoğrafın eğitim süreci çok zevkli ve neşeli geçti. Onunla bir arkadaş gibi kol kola omuz omuza yürüdük. Bu eğitim sürecinde öğrendiğim en önemli şey şuydu:
“Fotoğraf çekilmez, yapılır!”
Ben fotoğraf yapmak için çabalarken aslında kendimi yeniden yaratmanın sürecine girmiştim. Farkındalığım artmış, dünyaya ve kendime daha geniş bir açıdan bakmaya başlamıştım.
Bunun verdiği heyecanla üniversite sınavlarına yeniden girdim. Korku dolu heyecan içinde sonucu bekliyordum. Çünkü fotoğraf bölümü on beş öğrenci alıyordu.
Sonuç umduğum gibi olmadı, on altıncı kişi olarak kazanamadım.
Sınavı kazansaydım hayatım nasıl olurdu hala düşünür dururum. Zamanı geri almak mümkün değil tabii. Ama pratik ve teorik eğitime hiç ara vermedim. Sanki okula gidiyormuş gibi çalıştım. Bir fotoğraf stüdyosunda işe girdim. Mücadeleye devam ettim, yılmadan, usanmadan çalıştım, çalıştım…
Sanat benim için ulaşılması gereken bir hedef olmuştu. Onunla iç içe yaşamaktan çok mutluydum.
Yurt dışına gitme hayalleri kuruyordum. Karşıma bunu yapabilecek bir fırsat da çıkmıştı. Evlenip gidecek, orada fotoğraf sanatı eğitimi alacaktım.
Olmadı. Yapamadım.
Çünkü cesaretim yoktu.


Cesaret, gerçekleşmesi zor ya da imkânsız olduğu düşünülen bir işe girişirken, kişinin kendinde bulduğu güven duygusudur.
Kendine güvenmek, kendimiz hakkında bizim ve çevremizdeki insanların yargılarına bağlıdır.
Yargı, kendi kendimize ve çevremizdeki insanların karşılaştırma yaparak değerlendirmesi sonucunda, durumumuz hakkında eleştirici bir sonuca varılması demektir.
İnsan kendi yeteneklerini iyi tanırsa başarılı olacağına inanır. Koyduğu hedefe daha çabuk ulaşır.
İnsan öğrenebilme becerisine sahiptir. Cesaret işte bu beceriyi kullanabilme dürtüsüdür aynı zamanda... Ne yazık ki benim dürtüm iyi çalışmadı. Yalnız kalmaktan, başarısız olmaktan korktum.
Oysa şimdi yalnızım ve hayatım yarım kalmış başarılarla dolu. Bir şey değişmedi. Eğer biraz cesur olsaydım. Çekip gidebilseydim, her şey daha başka olabilirdi.
“Keşke” şeytanın en çok sevdiği sözmüş ya, insan zihnini, zehirli bir sarmaşık gibi sarıp sarmalar, öldürmez ama acı çektirir.
Yıllar çoktan geçip gitmiş, geriye kalan sadece çocukça gülümsemem.


“İnsan bir hedefe ulaşmak isterken engellenirse hoş olmayan bir duygu yaşıyor.”
“Yüreğinde bir kaygı oluşur, Küçük Kız.”
“Bu kaygı hedeften uzaklaşmaya, vazgeçmeye neden oluyor değil mi, Kırmızı Kurdele?”
“Evet, ama bazıları çok daha zor bir yolu seçiyor, Küçük Kız.”

Gençlik dönemi, “Ben kimim?” sorusunun en çok sorulduğu dönem. Bu sorunun cevabını ararken, genç insanın baskılanması çok yanlış bir davranıştır. Bu baskının iç çatışma yaratacağı kuşkusuz. Bu içsel çatışma bazen insanın kaçış yolları aramasına neden olur. Bu durumda bir kadın için en kolay yol evliliktir.

“Bana göre evlilik, bir şekilde karşılaşan iki insanın karanlığa saplanmasıdır, Kırmızı Kurdele.”
“Bu karanlıktan da hiç çıkmak istemezler nedense Küçük Kız?”
“Evet, sanki bir ittifak halindedirler.”
“Galiba insanlar karanlığı seviyorlar, Kırmızı Kurdele.”
“Kim bilir?”

Her iki insan da birbirini kendisine benzetmeye çalışır. Bu da evin içinde ‘Yuva’ denilen taştan, topraktan yapılmış bir yapının içinde, soğuk bir savaşın çıkmasına neden olur. Bu soğuk savaş kadının karşı koymasıyla çoğu zaman sıcak savaşa dönüşür.
Acı çekeriz. Ağlarız. Hayatımızdan vazgeçeriz. Sonra da buna “Evlilikte keramet var.” deyip diğer insanlara öneririz. Ne kadar anlamsız?
Kendi yaşadığımız karanlığın içine başkalarını da çekeriz. Galiba kalabalık olunca karanlıktan korkmuyoruz. Ya da bize öyle geliyor?
Evlilik, birbirine hakaret etmenin en meşru yoludur. Bir sığınak olarak hep karşımızda durur. Sığınırız ama çok geçmeden sığındığımız yerin örümcekler, yılanlar, akreplerle dolu olduğunu fark ederiz.
Bu kez yanlış yerde olduğumuzu anlarız. Ne yazık ki çıkış kapısı engellerle dolmuştur. Artık orası iki ayrı dünyalarda büyümüş insanın yaşayabildiği alandır. Birbirlerine acı çektirmekten zevk alırlar. Güç gösterisinde bulunurlar, yenilgiyi asla kabullenmezler.
En büyük tuzağıysa bitip tükenmeden verdiğimiz ödünlerdir. Oysa kendimize zarar veririz. Bunu da aşk adına yaptığımız yalanını söyleriz.
Ayrılmak istediğimizde, bir şarkı, bir fotoğraf ya da bir çocuk alıkoyar bizi çekip gitmekten. Bu durum bizi mahveder ve bir işkence makinesine bağlanmış gibi hayatımızı sürdürmemize neden olur. Sonra acıya alışırız ve onsuz yaşayamayacağımızı düşünürüz.

“Evlilik, kadının erkek gibi davranmasını kaldırmaz.”
“Yani demek istiyorsun ki Küçük Kız, kadına yüklenilen görevi yerine getirdiği sürece devam eder, öyle değil mi?”
“Doğru, evlilik, esareti seviyor, Kırmızı Kurdele.”
“Bence bağımlılığı da sever.”
“Bunu engelleyecek sosyal etkinlikler onu tehdit ediyor değil mi?”.
“Evlilik, sığınılacak bir yer değildir, Küçük Kız.”
“Tam aksine bizi esir alıyor.”
“Anlamsız bir inatlaşmadır, Küçük Kız. Çoğu zamanda bir savaş gibi algılanır.”
“Ah! Kırmızı Kurdele, bu savaşın galibi yok; biliyor musun?”
“Tabii, gönüllü olarak teslim olmadıkça…”
“Bence, evliliğin dışında hayalleri olanlar evlenmemeli, öyle değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Bence de ama hiç mutlu olan yok mu?”
“Var tabii. Ortak hayali olanlar başarıyorlar bunu.”
“Ortak hayal, imkânsız değil Küçük Kız.”
“Bunun için özgürce konuşmak gerekiyor. Utanmadan, çekinmeden hayallerimizi birbirimize anlatabilmemiz gerekiyor.”

***

“...“Ben kimim?” diye sormaktan yoruldum!”

Yıllar önce bir dikiş atölyesine kurs için gittiğimde on yedi yaşındaydım. Babam evimizin bitişiğinde oturan komşumuzla kursa gitmeme izin vermişti. Fakat kurs yerinin Alsancak Semti olduğunu öğrenince göndermekten vazgeçti, çok istememe rağmen. Çünkü bir genç kız için uygun yer değilmiş.
Çalışmaya başladığımda yirmi beş yaşındaydım. Yolum yine aynı yere düşmüştü. İş hayatımın büyük bir kısmını da burada sürdürdüm. Dernekler, sergi salonları, dershaneler, pastaneler, barlar hep buradaydı.
Korkmuyor değildim. Karşıma çıkacak herkese “Kötülük mü yapacak acaba?” diye bakmaktan kendimi alamıyordum. Nasıl bir kötülük bekliyordum bilmiyorum ama en iyi dostlarımı da burada tanıdım.
Evlendim, yine Alsancak’da bir evde oturmaya başladım. Nedense kopamıyordum, İzmir’in bu çekici, hareketli mahallesinden. Uzun yıllar daha oturmaya devam ettim.
“Çocuğun olduğunda da mı burada oturacaksın?” diye soran arkadaşlarım vardı. “Neden olmasın?” derdim. Onlar da “Görmüyor musun her yer dönme dolu?” dediklerinde, “Ne var ki bunda, bana zararları dokunmuyor.” diyerek cevap verirdim.
Sokakta yaşayanlarıyla, kordonda banklarda uyuyanlarıyla, travestileriyle, köşe başlarında gece vakti iş isteyen kadınlarıyla, sarhoşlarıyla, güvercinleriyle seviyordum burayı.
Karşıyaka vapurunun Alsancak Limanı’na yanaşmasıyla, iskeleye atlayarak inip işlerine koşturan insanlarıyla, bunca hayat pahalılığına rağmen ceplerindeki son parayla oturdukları kafeteryalarıyla da sevdim.
Siz hiç güneşin doğuşunu kordonda seyrettiniz mi? Ya batışını? Peki, hayal kurdunuz mu koca bir kızıl tepsi gibi göründüğünde arkasından?
Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nden geçtiniz mi hiç? Kaç âşık geçmiştir kim bilir onun üzerinden.
Çorba içtiniz mi? Gecenin bir yarısı.
Manisa kebap yediniz mi? Şöyle yoğurtlu, soslu.
Ya kestane?
Ya kokoreç?
Ya buzlu badem?
Ya Osman’ı dinlediniz mi hiç şarkı söylerken? Gördünüz mü? Elinde şarap şişesi ‘dağlar dağlar’ şarkısını söylerken.
Siz olsanız kızınızı gönderir miydiniz çalışmak için?
Bunun yanıtını düşünmeyin. Kötülük her yerde var, sizin içinizde yoksa sorun yok…


Süslenmelerime, gezmelerime kuşkuyla bakıldı. Bedenime karşı yapılacak cinsel saldırılara açık olmak olarak algılandı. Gemlenen ve dizginlenen kız olmanın edepli görüldüğü bir kültürde, başının çaresine bakabilen, becerikli bir kadın olarak kötü damga yiyebilirdim. Benden önce yaşayan ve benden sonra yaşayacak pek çok kadın gibi, hayatını kılık değiştirmiş bir yaratık olarak yaşamaya devam etmem beklendi. Beklentilere karşılık vermeyince, önüme sunulan seçenek evlilik oldu.

“Eğer evlenirsen kötü kız olmaktan kurtulacağın düşünüldü, Küçük Kız. Sonuçta başında bir kocan olacaktı. Cinsel saldırısını daha meşru yolla yapabilecek biri olacaktı.”
“Alarm sistemleri henüz gelişmemiş genç bir kadın olarak yargılama hatası yaptım.”
“Babanın sevgi dolu rehberliği olmadan daha yolun başında kaçınılmaz olarak bir ava dönüştün Küçük Kız.”
“Evet, böylece yazgımın yolunu çizen evlilik, hayatıma teşrif ett.”
“Kendini evcilik oyununun içinde buldun, Küçük Kız.”
“Bana ait hayat için yaltaklanmam, alçalmam, yalvarmam beklendi.”
“Haklısın Küçük Kız, uslu bir kız olup boyun eğmen beklendi.”
“Oysa ben bir karacaydım. Dağlarda özgürce koşmak için yaratılmıştım.”
“Peki ya pusuda bekleyen kurtlar, Küçük Kız.”
“Zaten pusuda bekliyorlarsa kendimi nasıl koruyabilecektim ki?”
“Biliyorum, içgüdüsü zedelenmiş genç bir kadın olarak seçme gücün yoktu.”
“Ah Kırmızı Kurdele! Olduğum yere çakılıp kaldım, kıpırdayamadım.”
“Sen, savunmasız bırakıldın ve terk edildin, Küçük Kız.”
“Boğazım kurdun dişleri arasında kısılıp kaldı. Sonunda çırpınmaktan yoruldum ve boyun eğdim.”
“Biliyorum, o adamın yaptığı evlilik teklifini kabul ettin.”
“Başka çarem yoktu. ‘Babam bul birini evlen git.’ dedi.”
“Gidecek yerin yoktu. En azından bir evim olur dedin ama daha çok bir kurtuluştu sanki.”
“Sabaha kadar ağladığım için şişmiş gözlerle işe gittiğimde patronum olan o adam, “Üzülme ben evlenirim seninle” dediğinde aradığımı buldum sandım.”
“Gerçek sevgiyi bulabilseydin mutlu olurdun Küçük Kız.”
“Özgürce yaşamak yerine, sahte bir hayatı yaşamaya başladım, Kırmızı Kurdele.”

...

Yine bir sabah erkenden uyandım. Ekmek almak için dışarı çıkacaktım; salondaki pencerenin önüne geldim. Perdeyi aralayıp, dışarıya baktım. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. “Bugün taze ekmek alamayacağım sanırım. Dünkü ekmekten yeriz.” diye düşündüm.
Yanılmışım; hizmetin iyi günde de, kötü günde de olduğunu unutmuşum. “İyi günde, kötü günde ölüm sizi ayırana kadar.” evlenirken böyle demiyorlar mı?
Eşimin sesiyle irkildim düşüncelerimden. Yataktan kalkmış, salon penceresine yaklaşmıştı. Perdeyi araladı, dışarıya bakarken “Bugün ekmeği sen alır mısın?” dedi.
Sanki ekmeği her gün ben almıyorum. “Gazeteyi de sen al.” demesinin ardından yine sessizliğime sığındım. Sığınmadım gömüldüm. Oysa ben, “Bugün çok yağmur yağıyor, dışarı çıkma.” demesini beklerken, hizmetin yağmur, çamur, kar, dolu, kış, kıyamet dinlemeyeceğini çoktan unutmuştum.
Şeker miydim eriyecek?
İşte o an fark ettim ki ben aslında onun için sadece sadık bir hizmetkârdım.
Hayat kendiliğinden ne iyidir, ne de kötü. Onu iyi ya da kötü yapan bizleriz. İyilik beraberinde boyun eğmeyi de getiriyor. Belki her isteği kabul etmenin altında bu yatıyordur.

“Kendini kandırma Küçük Kız.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sen ‘Hayır’ demesini bilmiyordun.”

Bir saat sonra iş yerindeyim. Radyoyu açtım. Sabahları dinlediğim bir adam vardı. Pek akıllı birine benziyordu. O sabah, kendi ayakları üzerinde duran kadınlardan söz etti.
Güldüm; “Kendi ayakları üstünde duran kadınlar mı?” dedim içimden. Ne beceriklidir onlar. Kimseye ihtiyaçları yoktur ama birilerinin ihtiyaçları olur onlara.
Hep daha fazlasını isterler onlardan; iyi çalışmak, iyi yemek yapmak, iyi seks yapmak…
Siz hiç kaprisli bir erkek gördünüz mü? Ben gördüm, üstelik yıllarca da yaşadım onunla. İstediği bir şey olmadı mı küserdi.
Çok yetenekliydim, elimden gelmeyen iş yoktu. Saygı gördüğümü düşünmeyin sakın.
Acaba mutluluk başka bir insanı kullanmaktan mı geçiyor? Oysa onun mutluluğu, benim yavaş yavaş yok olmamdı. Bunu seziyordum.
Uzun bir süre çocuk doğurmamı istemedi. Çünkü ona eskisi gibi hizmet edemeyeceğimi biliyordu. “Çocuğun olursa sevgin ikiye bölünür.” derdi. Oysa onun bütün derdi, benim gibi bir köleyi başkasıyla paylaşmamaktı, bu kendi çocuğu bile olsa…

“Sahip olduğum özelliklerimi düşündüğümde, hepsini kabullenmem gerektiğini biliyorum.”
“Hepsinden hoşlanmak zorunda değilsin, Küçük Kız.”
“İçimden, kötü biri değilsin desem de, evet ben oyum, zayıf biriyim.”
“Kendine karşı acımasız olma.”
“Kendimi yargılamak istemiyorum Kırmızı Kurdele, kimse de beni yargılamasın.”
“En acımasız yargılamayı insan kendi kendine yapar, Küçük Kız.”
“Berbat bir insan olduğuma karar vermek istemiyorum.”
“Olumlu, olumsuz bütün özelliklerin sana yol göstermek için var, Küçük Kız.”
“Kabul ettiğim, etmediğim, gizlediğim, gizlemediğim, yansıttığım, yansıtmadığım tüm özelliklerim, beni ben yapan özelliklerim değil mi?”
“Evet, Küçük Kız.”
“O halde benim hakkımda ne düşünüyorsun?”
“Bunun önemi yok, sen kendin hakkında ne düşünüyorsun?”
“Yıllarca hep başkaları ne düşünüyor diye düşünmedim mi?”
“Herkes gibi, Küçük Kız.”
“Kabul etmek istemediğim, tiksintiyle bakacağım insanları, bir mıknatıs gibi kendime çektiğimi fark ettim.”
“Gerçek mucizenin sevmediğimiz özelliklerimizi fark ettiğimizde ve onları kabul ettiğimizde gerçekleşeceğini söylesem, inanır mısın Küçük Kız.”
“İnanmayı çok isterim, Kırmızı Kurdele.”
“İnan Küçük Kız, inan.”
“Hayatımda istemediğim insanları dev bir “Dur” işaretiyle durdurmak istiyorum.”
“Bu direnç nereden geliyor, belli ki çok derinden Küçük Kız.”
“Hayatıma giren insanlara karşı nasıl bir yargılama yaptığıma bakıyorum. Biliyorum ki o yargılar beni kendime götürecek.”
“Ne düşünüyorsan o’sun Küçük Kız.”
“Benliğim, yaşamımdaki yanlışlardan ötürü başkalarını suçlamaktan yorgun düştü.”
“Çünkü kırgınlıklara, küskünlüklere tutunmak daha kolay Küçük Kız.”
“Yaralarıma tutunmak, hayallerimi gerçekleştirememem zayıflık değil mi?”
“Oysa değişmek için sadece saniyeler yeter Küçük Kız.”
“Eğer her sabah kendimi değersiz hissederek uyanıyorsam, elimden ne gelir?”
“Bunu belli etmemek için verdiğin çaba, daha uzun zaman istemiyor mu?”
“Kendime, değerlisin demek, kendimi değerli hissettirecek mi gerçekten.”
“Hiçbir şeye yaramayacağını düşünerek yaşamak çok daha zor değil mi?”
“Tüm bu acı değersiz olduğumu kabullenememem yüzünden.”
“Olumsuz özelliklerini kabullendiğinde kimsenin, onayını almana gerek kalmayacak Küçük Kız.”
“O zaman özgür olacağım.”
“Bu durumda sen, hem değerli hem değersiz, hem çirkin, hem güzel, hem tembel, hem çalışkan olduğunu biliyor olacaksın.”
“Ah! Kırmızı kurdele, “Ben kimim?” diye sormaktan yoruldum. Kendimden utanıyorum.”
“Kendini sadece güçsüz ve bencil hissettiğinde utanç duymalısın.”
“Bunun için gerekli olan içsel mücadelem hiç bitmeyecek.”
“Eğer bu deneyimlerini geçirmemiş olmasaydın, hayatında bugün kim olmayacaktı?”
“Oğlum!”

***

“...doktorum “Başardın” dedi!”

Bir gün kocam, “Sen kısırsın!” deyince, şaşırmakla beraber “Bunu da nereden çıkardın?” diye sordum.
“Çünkü hamile kalmıyorsun.”
“Sanırım doğum kontrolü diye bir yöntem var.”
“Sen korunuyor musun?”
Bu kez o şaşırmıştı.
“Sen korunmadığına göre, bunu yapmak bana düştü.” dedim.
Gerçekten de hiç düşünmüyor, her fırsatta da çocuk istemediğini söylüyordu. Ben de bu sorumluluğu tek başıma almaktan korktuğum için dikkatli davranmak zorunda kalmıştım.
Doktoruma kontrol için gittiğimde “Ne zaman doğurmayı düşünüyorsun?” diye soruyordu. “Yaşın ilerliyor, sonra istesen de olmaz!” diye beni uyarıyordu. Bu kararı tek başına vermek hiç de kolay değildi. Bir çocuğun sorumluluğunu tek başına yüklenmek gerçekten zor bir işti. Karar vermekte zorlanıyordum.
Yine de bir gün içime hamile olabileceğim şüphesi doğdu. Hemen eczaneye gidip bir hamilelik testi aldım.
Kocam o geceyi uyuyarak geçirdi. Ben ise hiç uyumadım. Test, sabah ilk idrara uygulanıyordu. Güneş doğduğunda içimde sıkıntıyla karışık bir heyecan vardı. Tuvalete girdim, bir elimde idrar kabı diğer elimde test aparatı. İdrarı aparatına damlatmadan önce, kafamın içinden de binlerce düşünce geçti. Yine her zamanki gibi yalnızım diye düşünüp, idrarı damlattım. O küçük alet bana hamile olduğumu gösterdi. Bu sefer korkuyla karışık bir heyecan duydum. “Şimdi ne yapacaksın kız?” diye de sordum kendime... Kocam aldıracaksın diye tutturursa ne yapacağım.
Sonra salona doğru yürüyüp, kendimi koltuğa attım. Orada ne kadar kaldım bilmiyorum. Kocamın sesiyle irkilip, düşüncelerimden hemen uzaklaştım. Yatağından kalkmış, kapının girişinde bana bakıyordu.

“Haberler nasıl bakalım, bir vukuat var mı?”diye sordu. Durumu anlamıştı.
“Hamileyim.”
“Ne yapacaksın?”
 “Bilmiyorum.”
 “Günlerin geçtiğinin farkındasın değil mi?”
“Ne önemi var.”
“Aldırmak için geç kalabilirsin.”
“Aldırmamı mı istiyorsun?”
“Aldır diyemem, buna hakkım yok. Anne olmak senin hakkın; karar senin.”

Aylar geçti, doğum günü geldi. Hastane odasında bekliyorum. Hemşire geldi. Beni alıp doğum odasına götürürken hissettiklerimi anlatacak sözcük bulamıyorum. Şu an bile aynı heyecanı yaşıyorum, elim ayağım titriyor.
Oğlumu göbek kordonuyla birlikte çekip çıkardıklarında dünyanın en mutlu insanı bendim. Hem gülüyordum hem ağlıyordum. Doktorum yüzünü bana doğru yaklaştırdı ve “Başardın!” dedi. Dudaklarımın, oğlumun yüzüne ilk değdiği anı unutmam mümkün değil.
Oğlum şimdi on iki yaşında, bugün bile hala o sevgiyle öpmeyi sürdürüyorum. Sanırım bu sonsuza kadar sürecek bir aşk, coşkusu hiç bitmeyecek bir duygu.
Zaman su gibi akıp geçiyordu. Oğlum büyüyor, yürüyor, konuşuyordu. Onunla vakit geçirmek çok eğlenceliydi.
Bildiğim her şeyi ona öğretmek istiyordum; en başta da okuma-yazmayı. Defterler dolusu kelime yazdım, resim yaptım. O da benden görerek duvarlara resim yapmak istiyordu, hiç engel olmadım. Evin duvarları yaptığı resimlerle doluydu. Hiç kızmadım, hiçbirini silmedim. Çünkü yaptıklarının değerli olduğunu ona ancak böyle anlatabilirdim.
Sürekli oyun oynadık. Birlikte çok eğlenirdik. Hiç şikâyet etmedim. Onun iyi yetişmesi için elimden geleni yaptım, yapmaya da devam edeceğim.
Okula başladığında hem okuyor, hem de yazıyordu. Ben de tekrar onunla birlikte okul günlerime geri dönmüştüm. Sanki her şeyi yeni baştan yaşamaya başlamıştım.
Bir gün oğlum, bana bu kadar şeyi nasıl bildiğimi sordu. Çünkü sorularına hiçbir yere bakmadan cevap verebiliyordum.
Okumayı çok sevdiğimi, okula giderken hiç kimsenin bana yardım etmediğini anlattım. Bu yüzden çok çalışmak ve araştırmak zorunda kalmıştım.
Bunun için hayıflanmıştım hep. Oysa şimdi çok seviniyorum. İyi ki de öyle olmuş, çünkü aksi olsaydı, şu an bu satırları yazıyor olamazdım.
Ona keyifle Einstein’ın dünyanın en zeki insanı olduğunu ve çocukluğunda geri zekâlı diye okuldan atıldığını anlattım. Esprili, neşeli kahkahasıyla tanındığını, aydın, hümanist, alçakgönüllü, kibirsiz bir insan olduğunu, okumayı ve araştırmayı çok sevdiğini söyledim.


Bir gece salonda minderlerin üstünde oğlumla oynarken, kocam, “İyi ki beni dinlemedin, doğurdun bu oğlanı.” dedi. “Bu kadar güzel olacağını düşünmemiştim.” diye de ekledi.
Gülümsedim, içim burkularak. “Ben de hiç pişman değilim.” dedim. Onları oyun oynarken seyretmeye koyuldum. Hamileliğimde yaşadıklarımı, o sıkıntılı günlerimi hatırladım. Komşularım “Hiç bu kadar mutlu bir hamile görmedik.” dediklerinde, gülerdim. Tek düşüncem onu sağ-salim dünyaya getirmekti.
Kocam sık sık “Bu dünyaya mı çocuk doğuracaksın, görmüyor musun ne kadar kötü?” derdi. Ben de, “Esas ben ve benim gibiler doğurmalı, dünyanın iyi yetişmiş insanlara ihtiyacı var.” derdim.

 ***

“...ölüm; hayatın gerçek yüzü!”

Kocam, oğlumla birlikte erkenden kalktık. Oğlumun okulu çok erken saatte başlıyordu. Geç kalmak üzereydik. Telaşla giyindik. Ayakkabılarımızı giyiyorduk ki, birden telefon çaldı. İçim cız etti. Pek hayra yormadım. Tedirgin bir şekilde telefonun ahizesini elime alıp “Alo!” dedim.
Karşıdan gelen ses babamın sesiydi. “Kızım...” dedi. Sözünü tamamlamadan “Kötü bir şey mi oldu?” diye sordum. Babam konuşmakta zorlanıyordu. Söylemek istediğinin boğazında düğümlendiği belliydi.
“Hakan!” dedi. Soluksuz, “Ne olmuş ona, yoksa vuruldu mu?” diye sordum. O an aklımdan geçen yaralanmış olmasıydı. Hakan, dayımın küçük oğluydu ve polisti.
Babam, “Onu kaybettik kızım.” dedi.
Kaybetmek deyince insanın aklına pek çok şey gelebilir. Çünkü insan her zaman bir şeyler kaybedebilir. Hatta gider yenisini alır. Fakat bir insanı sonsuza kadar kaybetmek, onu bir daha hiç göremeyeceğini bilmek, ona bir daha hiç dokunamayacağını düşünmek...  İşte bu his yüreklere sığmayacak bir acıydı.
Sanki göğsümün tam ortasına bir bıçak saplanmış, gövdem iki büklüm olmuştu. Elim ayağım uyuşmuştu. Güçten kesildim. Yere yığılacakmış gibi oldum. Boğazımdan zor çıkan bir sesle “Nasıl olmuş?” diye sordum.
“Sobadan zehirlenmiş kızım.” dedi babam.
“Çocuklar, onlar da mı?”
“Onlar anneleriyle birlikte köydeymiş. O, evde yalnızmış.” yanıtını almanın ardından “Sonra tekrar ararım. Cenazeyi ne yapacaklar, haber veririm.” diyerek telefonu kapattı.
Ağlayarak kapıya yöneldim. Ayakkabılarımı giydim. Merdivenlerden indim. Sokakta yürürken eşime dönüp, “Oğlanı okula sen bırak, ben daha fazla yürüyemeyeceğim.” dedim. Fakat oğlum ağlamaya başladı. “Sen gelmezsen ben de gitmem.” diye tutturdu. Onu okula götürmek zor oluyordu sabahları, canı istemiyordu. Benim zorlamamla gidiyordu.
Oğlum da şaşkındı. Kötü bir şey olduğunun farkındaydı. Ama ne olduğunu anlayamamıştı. Zaten ölümün ne olduğunu da bilmiyordu. Hep birlikte okula doğru yürüdük. Ağlamama engel olamıyordum. Ağlayarak sokaklardan geçtik. Onu okula bırakınca, iş yerine doğru yöneldik.
Eşimin “Çorba içelim mi?” sözüyle irkildim. Yüzüne baktım ve cevap vermeden yürümeye devam ettim.
Bir insanın ağzını, yüzünü, kolunu, bacağını, gözünü, kaşını görebilirsiniz. Ama onun yüreğini görmek, işte,  bu çok zor! Ne yazık ki hayatımı yüreğimi görmeyen bir adamla geçiriyordum.
Acaba bir insan acı içindeyken açlığı düşünebilir mi? “Acıyan yer başka, acıkan yer başka.” derler ya, işte bunun için söylemişler sanki. Yine onun, “Şimdi ne yapacaksın?” diyen sorusuyla tekrar dünyaya döndüm. “Ne mi yapacağım?” dedim kızgınlıkla, “Cenazeyi kaldırmaya gideceğim.” diye de ekledim.
“Sen bilirsin ama gerek var mı?” diye konuştu ruhsuz bir şekilde. Başımı iki yana salladım, cevap vermeye bile gerek görmedim.
Kimileri “Ölen ölmüş kalan sağlar bizimdir.” diye düşünebilir. Ama ben öyle düşünmüyordum. Dayımın küçük oğlu, herkesin çok sevdiği kardeşiydi ve biz onu talihsiz bir şekilde çok genç yaşta kaybetmiştik.
Oysa yaşasaydı birçok anımız olacaktı. Anılar biriktirecektik, gelecekte anlatıp gülmek için.
Sabahın sekizi olmuştu. Zaman geçmiyor, kulağım telefonda bekliyordum. İş yerinde mutfakta arka bahçeye bakan pencerenin önünde oturmuş ağlıyordum. Hıçkırıklarımı tutamıyordum. Duvarlar üzerime geliyordu sanki. Dayanamadım, ayağa kalktım, hızlı adımlarla koridoru geçtim. Sokak kapısını açtım, merdivenlerden koşarcasına indim. On dakika içinde kendimi İzmir Körfezi’ne bakan Alsancak İskelesi’nde buldum. Kıyıya yaklaştım, boş gözlerle dalgaları seyretmeye başladım. Nedense denize ulaşmak isteği doğmuştu içime. Hafif bir rüzgâr yüzümü yalayıp geçtiğinde, iskeleye yanaşmış vapurdan insanlar koşarak indiler.
“Nereye?” diye bağırmak geldi içimden? “Nereye gidiyorsunuz? Bu telaş, bu koşuşturma neden? Herkesin gideceği yer belli değil mi? Orada dünyaya ait hiçbir şeye ihtiyaç yok ki, bu aceleniz ne?”
Ben böyle düşünürken, telefonum çaldı. Babamın sesi hala ağlamaklı, sıkıntı içindeydi. “Morga kaldırdılar.” dedi. “Savcı görecekmiş. Sonra da resmi tören yapılacakmış. Daha sonra da köye götürecekler.” diye ekledi.
Babamın sesi, annemin sesiyle yer değiştirdi birden. Annem de “Gitti kuzum, gitti!” diye ağlıyordu. Onu ne kadar çok sevdiğimi bildiği için, kendi acısını bastırıp beni teselli etmeye çalışıyordu. “Üzülme kızım, ne yapalım, kader böyleymiş.” diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
Telefonu kapatınca kıyıdaki banklardan birine oturdum. Önümden bir martı geçip denize doğru süzüldü. Yiyecek arıyordu. Belki kendisi için belki de yavruları için. Sebep ne olursa olsun bir gün o da bu dünyaya veda edecekti. Benim gibi hayatını sorgulamayacaktı. Bunun için benden daha şanslıydı.
Derken telefonum bir daha çaldı, eşim arıyordu. “Neredesin?” diye sordu. “Ben çorba içmeye gidiyorum istersen gel.” diye de ekledi.
“Hayır, ben sahilde oturacağım.” dedim.
Ruhum, kucaklanmayı istiyordu. Yaranın üstünü ilaçlamak gibi, acımı azaltacak destek bekliyordu. Bazı ruhlar ise bunu yapmaktan ya acizdi ya da beceriksiz…
Telefonumun sesi yine düşüncelerimden ayırdı beni. Babam belediyenin cenaze yıkama yerine gideceklerini söyledi. “İstersen seni yoldan alalım.” diye de ekledi. Telefonu kapatır kapatmaz oturduğum banktan kalktım. Hızlı adımlarla buluşma yerine doğru yürümeye başladım.
Babamın arabası yol kenarına yaklaşınca, kendimi bir külçe gibi içine attım. Yenişehir’deki camiye vardığımızda köyden herkesin orada olduğunu gördüm. Dayım iki büklüm olmuş bankta oturuyor, durmadan ağlıyordu.
Annem onu görünce “Bu ölüm artık dayını yıkar kızım.” dedi. Ona doğru yaklaştık. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İşte sözlerin işe yaramayacağı anlardan biriydi o anki yaşadığım... Dayım, hıçkırıklarının arasından “Gitti aslanım, gitti.” diye söylendi. Ona sarıldım sımsıkı, başka yapabileceğim hiç bir şey de yoktu.
Sonra etrafıma bakındım. Köyden gelenleri fark etmeye başladım. Herkes ağlıyordu. Sırtlarında görünmez bir yük vardı sanki. Çok ağırdı, taşımakta zorlanıyorlardı.
Hayatımda ilk kez bir ölü yıkama yerine gelmiştim. Neredeyse beş dakikada bir cenaze geliyordu. Ama sadece bizimkiler ağlıyordu. Diğerlerinin yüzlerinde soğuk bir ifade vardı. İşlerini bir an önce bitirip gitmeyi istiyor gibiydiler.
Bizim cenazemiz henüz çok gençti. Yaşayacak çok şeyi vardı daha. Ardında da iki küçük çocuk ile genç bir kadın bırakmıştı. Daha çok da bundan ötürü yüreklerimizde sessiz bir isyan vardı. Duyabiliyordum, herkesin “Daha çok erkendi Allah’ım!” dediklerini. Zaten çok geçmeden cenazesi geldi. Herkes koştu, tabutun bir yerinden tutup indirdiler. Yıkama yerine aldılar. Bir süre sonra bir adam kapıya gelip seslendi.
“Görmek isteyen var mı?”
Ben istemedim. Yüreğim bu kadarına dayanamazdı. Dayım, büyük oğlu ve bazıları içeri girdiler. Dayımı iki kolundan tutulmuş vaziyette dışarıya çıkardılar. Yüzündeki acıyı anlatmaya kelimeler yetmez.
Bir süre sonra cenazeyi bayrağa sarılı şekilde dışarı çıkardılar. Ona doğru yürüdüm. Ellerimi tabutun üstünde gezdirdim. “İşte!” dedim, “Hayatın gerçek yüzü!” Karşımda duruyor, sinsice sırıtıyor, hatta alay ediyordu...
Tabuttan uzaklaşıp bir kenara çekildim ve hayatı yeniden sorgulamaya devam ettim. Kendimden geçmişim. Sesini zorla duyabildiğim telefonum yine çaldı. İsteksiz bir şekilde elime aldım, “Alo” dedim. Kulağıma gelen ses kocamın sesiydi. “Cenaze ne oldu?” diye sordu.
“Cenazeyi yıkadılar, biraz sonra tören olacak. Sonra da köye götürecekler.”
“Sen gidecek misin?” diye sordu.
“Evet, gitmek istiyorum.”
“Peki, iş ne olacak?”
“…”
Tören oldu. Resmi giysili polisler, bayrağa sarılı cenazeyi elleri üstünde taşıyıp, cenaze arabasına koydular. Hep birlikte yola çıktılar. Kocamın işi anımsatmasıyla arkalarından bakakaldım. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Sadece yeğenim için değil galiba biraz da kendim için ağlıyordum.
İstemediğim halde iş yerine döndüm. Bilgisayarın başına oturduğumda yaşıyor olduğumdan emin değildim. Bedenim oradaydı ama ruhum çok uzaklarda...“Git.” dedim kendime “Git kızım, çek git buralardan ama nereye?”
Telefonum yine çaldı, beni dalgın düşüncelerimden sıyırdı. Kız kardeşimin “Abla” diyen sesiyle kendime geldim. Ağlayarak konuşuyor, söylemek istediklerinde zorlanıyordu. “Nasıl?” dedi, “Nasıl olur böyle bir şey?”
“Oldu işte.”
“İnanmak istemiyorum.”
“Ben de inanamıyorum.”
“Cenazeyle köye neden gitmedin?”
“Gidemedim.”
O anlamıştı neden gidemediğimi. Bunun için de kızgındı. Bunu sesinden anlayabiliyordum. “Bayramda geleceğiz, birlikte gideriz.” dedi. “Bayramı birlikte geçiririz değil mi?” diye de ekledi.
“Ben çalışacağım, iş yetiştirmem lazım ama köye geleceğim. Mezarını görmek istiyorum.” dedim. Hıçkırığım boğazımda düğümlenip takılıp kalmıştı.
Zaten iki gün sonra bayramdı. Hiçbir bayramı bu kadar kederli geçirmemiştim. O günden sonra bayramları pek sevmiyorum. Kimseyi arayıp, bayramını kutlamıyorum. Ruhum tonlarca yükün altında kalmış gibi ezilmiş, kırılmış, incinmişti.

Sabah saatiydi, her zamanki çalışmaya başladım. Hem ağlıyor hem de çalışıyordum. Yüzü, gözümün önüne geldikçe, onunla yaptığım son telefon konuşması kulaklarımda çınlıyordu.
Babamı aradım, “Bugün bizi bekleme, gelemeyeceğiz.” dedim.
“Bugün bayram be kızım, bugün de çalışılır mı?” diyen sorusuna sıkılarak cevap verdim.
“İş yetiştirmem lazım, üstelik köye de gitmek istiyorum.”
“Peki” dedi babam gönülsüzce. Onu soluklandırmadan sordum.
“Kardeşimle eniştem geldiler mi?”
“Evet, geldiler.”
“Şimdilik hoşçakal baba.” dedikten sonra telefonu kapattım.
Bayramın üçüncü günü hep birlikte köye gittik. Arabayı eniştem kullanıyordu. Kardeşim, “Yengem ile konuştun mu?” diye sordu.
“Hayır, konuşmadım. Ona nasıl ‘Başın sağ olsun’ diyecektim ki; diyemedim.”
“Önce mezarlığa gidelim.”
“Olur, gidelim.”
Mezarlık, köyü biraz geçince yol kenarındaydı. Arabadan indik. Mezara doğru yürüdük. Bu ara anneme sordum.
“Mezarı nerede?”
“Biraz ileride, hepsi bir arada yatıyorlar; deden, anneannen, dayıların ve o.”
Her taraf mezardı, sanki üstlerine basıp da yürüyorum sandım.
“Burada ne olmuş böyle.”
“Köstebek.” dedi annem.
“Ölülere zarar vermiyor mu?”
“Veriyor tabii.”

Her yer birbirine karışmış gibiydi. Kimin ölüsü kimin yerinde belli değildi. Üzerlerine bir taş koymuşlar, taşlarda isim bile yazmıyordu. Az sonra mezarın başına geldik. Hepsi yan yana yatıyorlardı. Onun mezarının üstündeki çiçekler hala tazeydi. Kız kardeşim eliyle toprağı okşamaya başladı. Hem ağlıyor, hem okşuyor, hem de konuşuyordu: “Bu yaz evine gelecektim, şimdi mezarına geldim.”
Hakan, uzun süren mecburi hizmetten sonra İzmir’e dönmüştü. Ancak iki senede bir görebiliyorduk. Artık yakına geldi diye herkes seviniyordu, o da...
Bir gün telefonla konuşmuştuk. “İyi ki yakına geldin, eskiden seni daha çok görüyorduk.” diye hayıflandım.
O sıralar İzmir’de spor oyunları vardı. Onun için çok yoğundu. “Şu günler geçsin evine geleceğim abla.” demişti ama gelemedi.
Evinin bacası çekmiyormuş. Annem, “Sakın sobayı yakayım deme.” diye tembihlemiş üstelik. Gençlik işte, söz geçirmek zor oluyor. Belki de unuttu.
Mezarlıktan çıktık. Köye vardığımızda en çok yengem’le karşılaşmaktan korkuyordum. Çünkü oğlunu çok sevdiğini biliyordum. Ona sarılmak acısını paylaşmaktan başka bir şey gelmeyecekti elimden, keşke gelseydi. Söylenecek hiçbir söz acısını hafifletmeye yetmeyecekti.
Akşama doğru geri döndük. Erkek kardeşimin evine gittik. O gece kardeşlerimden hiç ayrılmak istemedim ama evime dönmek zorundaydım. Zaten herkes evlerine gitti. Yolda giderken Allah’a şükrettim, birlikte olduğumuz için. Sevdiğim insanları bir daha görememek düşüncesi korkunç bir şeydi. Acısı görünmez bir yangın gibi her yanımı sarıyordu.
Gözle göremediğimiz kadar küçük iki hücreden oluşan bu beden nereden gelir nereye gider?
Hani bir şarkı var bilir misiniz?
“Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” diye başlayan,
Oysa bu gemi bu sefer yakından geçmişti, hem de çok yakın.


Ölümün çaresi yok. O gerçektir ve bir gün bir şekilde karşılaşacağız. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey fiziksel yaşamın, yaşlılıkla, kazayla, hastalıkla, cinayetle ya da intiharla sona erdiği. Başımıza gelene kadar ölümün hiçbir anlamı yoktur. Ne var ki, zihnimiz ölümün etkilerini bilmemekle birlikte ondan korkuyor.

“Ölüm bize bu kadar yakınken nasıl yaşayacağız, Kırmızı Kurdele?”
“Onu yaşamdan ayırmak çok zor, Küçük Kız.”
“Çatışmalar, karmaşa, hayal kırıklıkları, sevinç ve acılar arasında yaşadığımızı mı zannediyoruz acaba?”
“Ölümü sadece başkaları öldüğünde hatırlıyoruz, Küçük Kız.”
“Ondan korkuyoruz.”
“Çünkü kaçınılmaz.”
“Gelirken bizden izin istemiyor.”
“Hiç umulmadık zamanda gelip, yaşamımızı alıp gidiyor.”
“O, bildiğimiz her şeyin sonu, değil mi?”
“Evet, Küçük Kız. Arzularımızın, hayallerimizin, ihtiraslarımızın, uğruna kavga ettiğimiz özgürlüğümüzün sonu.”
“Belki de zihnimizi dolduran bütün düşüncelerden kurtulmaktır.”
“Öldüğümüzde bedenimiz çürüyüp gidiyorsa, peki, düşüncelerimize ne oluyor? Hiç düşündün mü Küçük Kız?”
“…”
“Bütün düşüncelerimiz geçmişe dayanır. Yaşamımız geçmişten ibarettir. Zihnimiz geçmişi bırakmaz Küçük Kız.”
“Bu yüzden mi acaba, geçmişle hesaplaşmadan geleceğimize yön veremiyoruz?”
“Geçmişi kullanmalıyız ama onun bağımlısı olmamalıyız, Küçük Kız”
“İnsanların ne düşündüğü korkusu, insanın sevdiği birini kaybetme korkusu, reddedilme korkusu, düşüncelerini gerçekleştirememe korkusu; bütün bunlar geçmişe tutunmuyor mu?”
“Tabii, zihnini bu korkulardan arındırmadıkça özgür olamazsın Küçük Kız.”
“Ah! Kırmızı Kurdele, hiçbir zaman olamadım ki.”
“Onun bütün içeriği düşüncelerden oluşmuştur. Zihnini reset etmelisin. Toplum tarafından kirletilmiş bir zihinle nereye kadar gidebilirsin. Zihnin boşalmadıkça sıkıntıların geçmez Küçük Kız.”
“Korkuyorum Kırmızı Kurdele.”
“Korku, bir şeyle ilişki halindeysen, onu kaybetmek istemiyorsan vardır.”
“Peki, zihin korkarak nasıl yaşar?”
“Zihninin içi korkuyla doluysa, yaşamıyorsundur zaten Küçük Kız.”
“O halde ölümden korkmama gerek yok. Çünkü zaten ölmüşüm.”
“Bir doyum arayışının olduğu yerde her zaman ölüm korkusu vardır.”
“Hep böyle korku doluydum. Çok sıkılgandım çocukken ama duyarlıydım.”
“Zihnini değiştirmedikçe yaşamının da anlamı olmayacak Küçük Kız. Yaşamak sürekli yeniliktir, yenilen!”
“Korkularımdan kurtulamıyorum.”
“Ondan kurtulmadıkça zihin asla dinginleşemez. Dinginleşememiş bir zihinle de öz benliğine ulaşamazsın,  Küçük Kız.”
“Bütün yollar tıkanmış, geçilmez engeller var sanki, bana kim yol gösterecek.”
“Yüreğinde gizlice tuttuğun hayallerini çağır. Unutma; onlar sana yol gösterecektir, Küçük Kız.”

 ***

“...Tanrı Poseidon!”

Oğlumun “Anne, yeter artık ağlama.” diyen sesi teselli etmiyordu beni. Küçük bir çocuk bile ne kadar üzgün olduğumun farkındaydı. Yüreğim yorgun düşmüştü. Göğsümün tam ortasında bir sızı, canım acıyordu. Gözyaşlarım sanki yolunu kaybetmiş çılgın dereler gibi, yanaklarımdan aşağıya akıyor, akıyordu…
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama gözlerim acımaya başlamıştı. Oturduğum sandalyeden kalktım. “Çıkalım.” dedim oğluma, “Gidelim, bir şeyler yer-içeriz, sonra da eve gideriz.”
İş yerinden çıktık. Eli elimde yürürdük, biraz toparlanmıştım. Bir arkadaşımın çalıştırdığı kafeteryaya girdik. Çay söyledim. Oğlum da meyve suyu istedi. Arkadaşım yanımıza geldi. Yüzüme baktı, “Ağladın mı sen?” diye sordu.
“Evet, canım sıkıldı da biraz.”
“Seni neşelendirecek bir yere götüreyim istersen?“
Hiç düşünmeden “Nereye gideceğiz?” diye sordum.
“Sürpriz olsun, gidince görürsün.” dedi.
Oğlumu babasına bıraktım. Birlikte yola çıktık. Gidene kadar ipucu bile vermedi. Merak ediyordum.
Otobüsten indik, “Biraz yürüyeceğiz.” dedi. “Sorun değil.” dedim. “Gerçekten merak ediyorum nereye gidiyoruz?” diye de ekledim. “Seni biriyle tanıştıracağım.” derken, bir demirci atölyesine geldik.
“Burada mı?”
“Evet, o bir demirci ustası.” dedi.
İçerisi çok hoştu. Tam benim seveceğim türde bir mekândı. Her yerde demirden yapılmış eşyalar vardı. Bir kanepeye oturduk. Önümüzde yuvarlak eski bir sehpa vardı. Her yer kitap doluydu. Arkadaşıma, “Nasıl bir yere getirdin beni böyle?” deyince, “Daha sahibini görmedin, ona bayılacaksın, çok hoş biri.” dedi.
Biz böyle konuşurken, biraz ilerimizdeki kapı açıldı ve içeriye bir adam girdi. Gözlerime inanamadığım bir görüntüyle karşılaştım. Bir film karesinden fırlamış gibiydi. Bembeyaz saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Sakallarının uzunluğu neredeyse beline geliyordu. Gördüğümün hayal mi gerçek mi olduğuna karar vermeye çalışırken, bize doğru yürüdü. Elinde üç dişli mızrağı, hırs ve gücünü yüreğine gömmüş, gülümseyen yüzüyle bana baktı. “Hoş geldiniz.” dedi ve elini uzattı. Elimi ona uzattığımda gözlerinin mavi olduğunu fark ettim. Çok güzellerdi. Doğrusu gözlerindeki ışık görülmeye değerdi. Sanki Tanrı Poseidon vardı karşımda. Benim yanıma, kanepeye oturdu.
Bir süre birbirimizi izlemenin arkasından, “Ne güzel bir yeriniz var, hayran oldum.” dedim. “Fotoğraflarını çekmeliyim.” diye ekledim. “Çek” dedi, “Ne kadar istersen çek”. Biz bunları konuşurken kafamın içinde binlerce fotoğraf çekmiştim bile. Sonra bizi gezdirdi. Çok eski demir eşyalar vardı. Onların arasında dolaşırken bir Tanrı’yla birlikte gezdiğimi sandım. “Ben bir fotoğrafçıyım.” dedim ve ekledim.
“Sizin fotoğraflarınızı çekmeliyim.”
“Çekebilirsin ama çok bekletme, saçlarım ve sakallarım çok uzadı artık sıkılıyorum, keseceğim.” dedi.
İçimdeki sıkıntı hafiflemişti. Rüyada gibiydim. Gözlerimi o muhteşem görünüşünden alamıyordum. Yanından ayrılmadan önce gülmeye başlamıştım. Ayaklarım yerden kesilmişti. Mutlu bir şekilde ayrıldım yanından.
Dönüş için otobüse bindiğimizde, derin bir sessizlik kapladı her yanımı. Arkadaşım gülerek, “Ne bu halin? Çarpılmış gibisin.” dedi.
“Biraz önce gördüğüm gerçek miydi? Yoksa hayal mi gördüm.”
“Gerçekti, seni bilerek getirdim ona. Çok etkileyici değil mi?”
“Etkileyici mi! Galiba âşık oldum.”
Arkadaşım gülerek, biri daha var senin gibi dünyasından bezmiş. Onu da getireceğim, ona da bir şok lazım.
Bir kadının böyle bir erkeği görünce âşık olmaması mümkün mü?
O gün hayatım değişti. Sanki derin bir uykudan uyandım. Kalbim yeniden yaşamaya, ciğerlerim yeniden nefes almaya başladı. Göğsümün tam ortasında bir kuş, kanatlarını çılgın gibi çırpıyordu. Bir sevinç sardı bütün benliğimi, enerji doldu bütün vücuduma.
Evet, yaşam enerjisi bu, aşk bu, bu coşku yüreğimden geliyordu.
İşte o gün, Allah’ın beni gördüğünü hissettim. Yüreğimdeki hüzne artık o bile dayanamamıştı. Yalnızlığıma o bile tahammül edememişti.
Ve bana yeni bir kapı açtı. “Gir içeri” dedi, “Yolun açık olsun.”
Yürüdüğüm hayat yolunda dümenimi kırıvermişti. Bir rüzgâr gerekiyordu ilerlemek için, o da demirci ustası oldu.
Ona ulaşmak zordu… Daha yolun başında sorumluluğumu hatırlattı. “Kocanı üzme.” dedi, “Sonra pişman olursun.” diye de ekledi.
Çaresizlik içinde boyun eğdim kadere. Özgür olmak istedim. “Ah! Keşke özgür olsaydım.” diye hayıflandım.
Hayallerimi süsleyen bu demirci ustasına duygularımı nasıl anlatabilirdim.
Fotoğrafını çekmeye gittim, çektim de ama bastırmak mümkün olmadı. Çünkü onları kaybettim. Nasıl oldu bilmiyorum, sanki bir el onları sakladı. Galiba sadece hayallerimde kalmasını istiyordu. Görevini yapmıştı Demirci Ustası. Ona teşekkür etmeliydim.
Duygularımı anlatmak için yazmaya başladım. Her gün ona bir şeyler yazıyordum. Yaşadıklarımı anlatıyor, uzak diyarlardaki bir sevgiliye mektuplar gönderiyordum sanki. Dünyaya, hayatıma bakışım değişmişti. Bütün bunları bir çift mavi göze borçluydum.
Onu bir daha görmedim ama hayallerimi süslemeye devam etti. Yaşadığını biliyordum, bu da bana yetiyordu.
Hayatımın bir yerinde üç dişli yabasıyla ruhuma dokunmuş, beni gafletten uyandırmıştı. Karanlığın içinden çekip almıştı. İşkenceye dönmüş evliliğimin zindanından aydınlığa çıkardı. Bir deprem gibi salladı. Yarıldı üstümdeki toprak ve beni özgürlüğüme kavuşturdu. Duygularımdaki kargaşaya son verdi. Ardı sıra fısıldadı kulağıma bir aşk şarkısı, sanki büyü yapar gibi.
Sonra el salladı, atına binmiş, gülümseyen yüzüyle, denizin üstünde kayıp giderken.
Mutlaka Tanrı Poseidon’u gördüm ben. Ona dokundum, kucakladım bütün ruhumla, sevdim!

***

“...sudan çıkmış balık gibiyim!”

Ölüm yine kapıda, eli zilin üstünde çalayım mı çalmayayım mı diye düşünüyor.
Kurtuluş yok. Bu sefer fena yakaladı. Hem de çok yakından, yine.
Hiç hesapta olmayan ama kaçınılmaz bir gerçekle karşı karşıya gelmiştim.
En son gerçekleşen dayımın oğlunun ani ölümüydü. Çok üzüldüğümü biliyorsunuz. O günlerde ölümü sorgularken annem, babam, kardeşlerim gelmişti aklıma. Nedense bir sonraki ölecek olan kişinin kocam olacağı hiç aklıma gelmemişti.
O hastalandı. Neredeyse her evde karşılaşılan hastalığa, kansere yakalandı. Sonuç beklenendi. İyileşmek için pek de uğraşmadı zaten. Sanırım yenilgiyi çoktan kabul etmişti.
Kader bizi silkeleyip savurduktan sonra, yaşam tüm anlamını yitirdi. Yaşamla birlikte her şey, bütün vazgeçemediklerim.
Küçük bir çocukla beraber baba evine dönmek zorunda kaldım. Elde avuçta hiçbir şey yok, sudan çıkmış balık gibi, çırpınıyordum. Bir elin beni alıp tekrar suya atmasını bekledim ama ne gelen vardı ne giden.
Tam nefesimin bittiği andı ki, bir ses duydum. Kırmızı Kurdele’nin sesiydi bu. Üzerime doğru öyle bir rüzgâr savurdu ki, o güçle yeniden hızla denize düştüm.
Fakat bu deniz öyle bir denizdi ki, daha önce gördüklerime benzemiyordu. Bambaşka bir denizdi!

***

“...sessizliği öğrenmek zordur!”

Bir gün, uzaklardan bir adam geldi, çok da uzak değildi ata topraklarından. Yaşamıma nazikçe, engellenemez bir biçimde girdi. Günden güne, adım adım ilerleyip kalbimin her köşesini doldurdu. Sanırım hiçbir işgal bu kadar dirençsiz karşılanmamıştır.
Gözlerinde öyle bir ışık vardı ki, sanki gecenin karanlığında parlayan ateş böcekleri gibi;
...ışıl ışıl…
Eli elime değdiği zaman, kozasının içinde çıkan kelebeğin ilk defa kanatlarını çırpışı gibi çırpındı kalbim.
“Bende en çok neyi sevdiniz?” diye sordum.
“Sende garip bir sessizlik var, o sessizliği çok sevdim.” dedi.
Sessizliğimi çok sevmiş. Sanki sevecek başka şeyim yok. Yüzüm, gözüm, saçım, oram, buram… Of!
Sever tabii, onlarca kitap yazmış egosunun önünde diz çökmüş benliğimi.
“Sessizliğim sizi yanıltmasın, düşünemediğimden değil, olgunluğumdandır.” demek istedim ama diyemedim. “Bu sessizlik fırtınadan önceki sakinlik gibidir.” demek istedim ama yine diyemedim. “Bu sessizlik konuşmayı sevmediğimden değil, sizi gözlemliyorum.” demek istedim ama gene diyemedim.
Onu uğurlarken memleketine, yine sessizliğime sığındım, hüzünlendim kendi kendime. “Çok yorgunum be koca şair. Dizlerim acıdı diz çökmekten. Yoruldum sevgisiz sevdalar yaşamaktan.” diye hayıflandım.
Ayağa kalktım, kızarmış dizlerimi ovaladım. Mademki sessizliğimi sevmiş, ben de veda ettim ona sessizce.


Sessizlik, işitebilmek ve görebilmek için temel bir eylemdir. Amacı size yöneltilen acımasız, haksız sözlere karşı sükûnet içinde durabilmektir. Cevap verememek değil, dilinizden dökülecek sözleri denetim altında tutmaktır.

“Sana yapılan delice saldırılara, aynı şekilde cevap verseydin ondan ne farkın olurdu, Küçük Kız.”
“…”
“Oysa farklı olmak harika bir şey, olgun bir tavır, ne kadar güzel!”
“Sessiz kalmayı öğrenmek zordur.”
“Biraz da risklidir, Küçük Kız.”
“Biliyorum, insanı çaresiz ve güçsüz gösteriyor değil mi?”
“Seni hırpalamaya çalışan ya da egemenliğini üzerinde kurmak isteyen kişi için bu durum çok elverişli görünebilir. Onun elinde bir koza dönüşebilir. Çünkü insan, çaresizliği sever ve ona, sana hükmetme cesareti verir, Küçük Kız.”
“İçimdeki sesi duymak için sessizliğe ihtiyacım var.”
“İçsel sessizlik sana esenlik ve dinginlik kazandırır.”
“Bu çok değerli değil mi?”
“Evet, Küçük Kız, hem de yabana atılmayacak kadar.”

Sessiz insanın ne düşündüğünü bilemezsiniz. O sabırlıdır. Kalbi kırıktır, sessizliğinin arkasında hep acı çeken bir kalbi vardır. Bunu çok iyi biliyorum.
Sessizliğinizin yanına bir de ıssızlığı eklerseniz asıl güçlü olan siz olursunuz. Çünkü ıssızlık tehlikelidir.
Bir insanı anlamak için ne dediğine değil, ne demediğine bakmalı. Issız insan öfke dolu sözlerden etkilenmez.
Issız insan yalnızdır ama bu yalnızlık, etrafını saran kale duvarları gibi güven verir. Kimsesiz olmak değil, insanların içinde bile özgür olmaktır. O içsel bir boşluk değil, aksine içsel bir doyumdur. Zihninizin ve yüreğinizin, sizin kontrolünüz altında olduğunu ifade eder.
Issızlık insanlardan kaçmak değil, içinizdeki sesi duymak için tek başınıza kalmanızdır.
Sizin asıl ne olduğunuz insanlar arasındayken ortaya çıkar. Bunu gizlemeye çalışsanız da diliniz sizi ele verir. Tüm çabanıza rağmen, iradeniz, savunmasız bir zamanda ortaya atılan bir söze yenik düşebilir. Bunu unutmamak gerekiyor.

***

“...derin düşünme bir yaşam biçimidir!”

Kendimizle yüzleşmek, başı ve sonu olmayan kâinatın içinde ancak ıssız kalmakla mümkündür. Issızlık, derin düşünmek için idealdir. Bizi asla yaşamdan koparmaz. Aksine daha iyi bir yaşam sürmeye yönlendirir. Onun ötesinde sıradan dünyanıza çok daha geniş bir bakış açısı kazandırır. Kendimizi keşfetmemize olanak verir. Bilinçaltımıza inip bize hasar veren tüm duygu ve olayları görmemizi sağlar. Bu dünyaya hangi amaç için geldiğimizi ancak onunla fark ederiz.

Hayal gücümüz sayesinde aklımızdan yüreğimize bir yol açılır. Kolaylıkla oraya inebiliriz.
Sonunda iç sesimiz bize şöyle bir soru soracaktır mutlaka:
“Seni yaratırken verdiğim hayal nerede?”
Bu sesi duydum ve şöyle yanıtladım.”
“Onu ziyan ettim!”

Ne dersiniz?
Sizin de ziyan ettiğiniz hayalleriniz var mı?

...

Derin düşünme bir yaşam biçimidir. İçsel derinliğinize inip, içinizdeki sesle sohbet ettikçe daha bilgili olur, daha çok gelişirsiniz. Yanı sıra soyut bir kavramdır; derin düşünce. Soyut olan bir eylemle somut olan dünyayı nasıl etkileyebilirim? Bunun yanıtı hem kolay, hem de zor!
Sonunda derin düşünme sırasında, kendime acımaktan çok, merhamet etmeye ihtiyacım olduğunu fark ettim.
Merhamet, beni, zihnimi kaplayan bütün negatif düşüncelerden arındırdı.
İç sesim, bana, kendime nasıl merhamet duyacağımı öğretti. Çünkü o, bunu çok iyi biliyordu. O, merhametlilerin en merhametlisiydi.
Bunu kavradığım andan itibaren bağışlanmayı diledim. Siz de dileyin. Emin olun sizi de bağışlayacaktır. Tüm yaptığınız yanlışlar için.
Size de öğretecektir. Siz de, sizi üzen ve yaralayanları bağışlamayı öğreneceksiniz. Unutmayalım ki, herkesin bir gerçeği vardır, bu gerçek sizin de gerçeğinizi oluşturur.
İç sesimle yaptığım sohbetlerde, üstümdeki ağır yüklerden ve can sıkıntısından kurtuldum. Özgür olup, sevinç çığlıkları attım. Derinlerden gelen ses, bana, engin bir yaşamı armağan etti.
İçimde, kötü olan her şeyi, denizin pisliğini kıyıya atması gibi, ben de dışarı attım.
Duygu ve düşüncelerim sadeleştirdikçe, açıklık, yumuşaklık, sevinç ve dinginlik kazandım. Bu yüzden sadelik, övülmeye değer bir özelliktir. Eğer aksi bir durum var da ruhumuzu kargaşa idare ediyorsa, bu kargaşa davranışlarımıza ve dış görünüşümüze de yansır.

***

“...sevgi açlığı hisseden insan!”

“Dünyada hiçbir canlının yavrusu, insan yavrusu kadar bakım ve korunma istemez.”
“Doğası gereği böyle, Küçük Kız.”
“Bebek doğduğu andan itibaren annesiyle babasının olumlu veya olumsuz davranışlarıyla duygusal açıdan beslenmeye başlıyor.”
“Bu beslenme nasıl olursa olsun, onun yaşamını etkiliyor, Küçük Kız.”
“Biliyorum, usunda kalıcı izler bırakıyor. Mesela, yeni doğmuş bir bebek çaresizlik duygusunu nereden bilecek.”
“Bilmez tabii... Eğer annesiyle babası, onu yetiştirirken, kendine güvenmeyi öğretmediyse, Küçük Kız.”

Bir insanın kendine güvenmeyi öğrenmesi çocukluk yıllarında başlar. Sezgilerinin güçlenmesi, onun sahip olacağı en mükemmel silahıdır. Anne ve baba bilmez mi bunu sonradan öğrenin çok zor olacağını?
Çocukta güven duygusunun oluşmasını engelleyen en önemli etken anneyle babanın kaygılı olmasıdır. Çünkü daha sorumluluk üstlenecek durumda değillerdir. Yani anne baba olmaya hazır değiller...
Çocuk, anne ya da babasının atmış olduğu yanlış adımı hatırlatıyorsa, istenmeyen bir evliliği sürdürmeyi zorunlu hale getiriyorsa, daha yolun başında kendini kabul ettirme sorunuyla karşılaşır.

“Ben çocuğumun olmasını çok istedim.”
“Evet, Küçük Kız, aslıda bilerek ve isteyerek hamile kaldın.”
“Ama hamile olduğumu fark ettiğim zaman, içimde yaşadığım duygular çok karışıktı.”
“Sanırım bunun nedeni, ona tek başına bakmak zorunda kalacak olmandı, Küçük Kız. Bunu tahmin etmiştin.”
“Yaşamakta olduğum mali durumlar, kocamla aramda olan anlaşmazlıklar, mutsuzluğum, yalnızlığım ve başarısızlıklarım onun hayatını etkileyebilirdi. Hatta geçmişimden gelen umutsuzluklarım, hayal kırıklıklarım, onun hayallerini fark etmeme engel olabilirdi.”
“Haklısın, geçmişine olan kızgınlığın onun geleceği için bir tehlike oluşturabilirdi.”

Bir çocuk ne kadar sevilirse sevilsin, bu tavır sadece sözle ifade edilemez, üstelik yeterli de olmaz. Onu sevmek demek, gerçeklerini anlamaya çalışmak demektir. Çocuk tek başına hayatını yönlendirme gücüne sahip değildir. Onun hayallerini ve isteklerini hiçe saymadan, sahip olunan tecrübeyle önderlik yapmak bir çocuğa yapılacak en güzel davranıştır.

Çocuğun cinsiyeti daha doğmadan biliniyor artık. Kendileri bunu üç yaş civarında fark ediyormuş. Gözlemlerim bunun çok daha önce olduğunu söylüyor. Bir çocuğa kızım ya da oğlum demek bunun için yeterli. Anne ve babanın çocuğuna yaklaşımı, cinsiyete dayalı farklılıkları hissetmesine neden olur.
Kız çocuğu olarak doğmam, daha hayatın başlangıcında  ‘Yapamazsın’larla dolu bir yaşamın başlamasına neden oldu. Küçücük yaşta, kafamın içine yerleştirilen bu olumsuz düşünce, benliğimi oluştururken gösterdiğim çabayı yok saydı, değersizleştirdi, sonuçsuzlaştırdı.
Annemle babam, farkında olmadan dünyaya mutsuz bir insan armağan ettiler. Öz güvenimi kazanmaya çalışırken, cinsel özelliğimle, bu çabam törpülenmeye başladı. Kız çocuğu olarak yeterince önemsenmedim. “Hayır, yapamazsın.” sözleriyle, pek çok isteğimi sonraki zamanlara erteledim. Büyüdüğümde yapacağım o kadar çok şey birikti ki, o günler geldiğinde ise, yapmaya zaman yetmedi.

“Kızlar babaya düşkün olurmuş değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Evet, son derece güçlü duygusal bağla bağlanıyorlar, Küçük Kız.”
“Kendilerini sevdirmek isterlermiş.”
“Evet ama onların sözlerinden alınıp, etkileniyorlar da.”
“Babalarına kendini beğendirmek, onaylanmak, onlar tarafından önemsendiğini hissedebilmek için olağanüstü gayret sarf ederlermiş.”
“Bu çabaları karşılık görmezse, babasının şahsında sembolize edilen erkek tanımı ve imajı özürlü şekillenir, Küçük Kız.”
“Ne talihsizliktir ki ilk çocuk olarak tecrübesizliğe denk geldim.”
“Sanırım annenle baban nasıl davranacaklarını bilemediler, Küçük Kız.”
“Bu durumdan nasiplenmek elbette ki bütün hayatımı etkiledi. Kendi bilinçaltlarının eğilimleri, kültürel şartlanmaları, ayrımcı davranışları kimliğimi oluşturmamda çok zor anlar yaşamama neden oldu.”


Erkek kardeşim bir kız babası oldu. Onun doğumunu beklerken, kafamın içinde hep şu soru vardı. “Acaba kızına nasıl davranacak? İlk çocuğu erkek doğmuştu. Onlara eşit davranacak mı?”
Hemşirenin kucağında gördüğümüzde, hepimiz bir prensesin dünyaya geldiğini kabul ettik. Bunun için söze gerek yoktu. Gözlerdeki bakışlar bunu anlatıyordu. Anlatmak değil bağırıyordu adeta. Babası onu kucağına ilk aldığında ne söyleyeceğine özellikle dikkat ettim. Minik prensese şöyle dedi.
“Kızımmm!”
Annesi zor bir hamilelik dönemi geçirmişti. Zor günler daha da devam edecek görünüyordu. Nitekim de öyle de oldu ama yaradan onlara çok tatlı, akıllı bir kız çocuğu verdi. Tek dileğim, kardeşimin onun gelecekte bir kadın olacağını unutmamasıydı. Çünkü insan olabilmesi, kadın olarak verilen değerin sonucunda gerçekleşecekti. Bir kadın, kadınlığını yaşamadan asla insan olamaz. Engellenmişlik, onu hep yarım insan yapacaktır.
Aradan aylar geçti. Küçük prenses iki yaşına geldi. İkisi arasındaki ilişkiyi sürekli gözlemliyorum. Gözü kara bir kız çocuğu. Eğer engellenmezse yapacak çok şeyi var. Erkek kardeşimin kaygılı olduğunu görüyorum ama korkmuyorum. Biliyorum ki, deneyimi onun en büyük desteği olacak.


Engellenmiş olmanın yarattığı öfke denetlenemediği zaman olgunlaşmanın önüne ket vurulmuş olur.
Bu öfkeden kurtulmak için gösterdiğimiz çaba başarısızlıkla sonuçlandığında insan kendini daha yalnız ve çaresiz hisseder.
Çaresizlik, insanı daha da yanlış ilişkilere, sonuçlara götürür. İnsanın yaşamı boyunca zorluklarla karşılaşması, bunlarla baş edebilmek için yöntemler aramasına neden olur.
Bütün yitirdiklerime karşılık gelecek ve onların yerine koyabilecek bir ilişki kazanabilecek miyim? Suçluluk duygusundan kurtaracak beyaz atlı bir prensim gelecek mi? Yaşamımı zenginleştirecek bir yöntem bulabilecek miyim? Hasar görmüş duygularımı tamir etme şansını bulabilecek miyim? Yaşamımın yeniden anlam bulması mümkün olabilecek mi? Sorularını düşünürüm hep!
Sevgi açlığı duyumsayan bir insan, ilgilenen her insanın kendisini sevdiğine inanabilir. Ancak bu duygu kendisinin onu ne kadar sevdiğini anlamasına engel olur. Sevilmek uğruna kendi benliğinden vazgeçen insan, hayatını diğer insanı hoşnut etmekle geçirir. Bunun sonucunda sömürülür. Bu sömürüyü fark ettiğinde kızgınlığı daha da artar.


Alçak gönüllü olmak, insanın kendisini olduğu gibi kabul etmesidir. Ancak bunun ispatı sözlerle değil davranışlarla ortaya çıkar. Bu davranışları arayıp bulmak insanın sağduyusu sayesinde gerçekleşir. O iyi bir rehberdir.

“Kişilerin doğruyu bulması için tek başına aklı yeterli midir?”
“Aklın sahip olduğu bilgi, insanı yanıltabilir, Küçük Kız.”
“Bilgi eksikliğiyle inançsızlık aklın yeterince kullanılamamasına neden oluyor değil mi?”
“İnsanın kendine inanması aradığı sevgiyi bulmasına bağlıdır, Küçük Kız.”
“Bu ancak sevgiyle kucaklanmış bir ruh için söz konusudur.”
“Seni kucaklayacak kolları uzaklarda arama, o kollar kendi kolların olabilir, Küçük Kız.”
“İnsan kendi kendini nasıl kucaklayabilir ki, Kırmızı Kurdele?”
“Çok kolay, kollarını önce açabildiğin kadar açıp; yeterince sevgiyle dolduğuna inandığında bedenini sar; hepsi bu.”

***

“...içinizdeki sesi duyun!”

“Aklın temel özelliği, gelecekle ilgili öngörüde bulunabilmesiymiş.” Bunun için eldeki verileri çok iyi analiz etmeliyiz. Ayrıntılı düşünerek ‘Neden-Sonuç’ ilişkisi kurmamız gerekiyor. Hatalardan ders çıkartmak bu özelliklerin oluşumuna katkıda bulunur. Sorgulama ve araştırmayla aklın kullanılması evrensel değerlerin fark edilmesini sağlar.
Günlük hayatın dışına çıkmayan insan, hemcinslerinin yaptığı, yeme, içme, eğlence, seksüel davranışları yapar. Toplumun ona uygun gördüğü bu davranış biçimlerini sorgulamadan kabullenir. Ne var ki buna aykırı düşünme, mevcut durumun kaybedilmesi korkusuyla sorgulama ve araştırma özelliklerini kullanamaz. Çünkü mevcut yaşamla güven içinde yaşayacağını zanneder. İsteklerini tatmin etme üzerine kurulu bir yaşam biçimini seçerler.

“İnsanın kendine inanması ve aklını kullanması mümkün mü Kırmızı Kurdele?”
“Motivasyonla mümkün Küçük Kız.”
“Nasıl?”
“Motivasyon, değişmek ve gelişmek için bir itici güçtür.”
“Anlamadım, biraz açıklar mısın? “
“Gidilen yolun yanlış olduğunu, doğru yolu bulman gerektiğini anladığın zaman o motivasyona ihtiyacın olacak, Küçük Kız.”
“Bunun için ne yapmalıyım?”
“Aklını uyandırmalısın!”
“Onu yönlendirebilir miyim; bu mümkün mü?”
“Gelenekler, alışkanlıklar, aptallıklar, vurdumduymazlıklar aklın doğru kullanılmasını çoğu zaman engeller. Arzu ve hevesler bu muhteşem gücü gölgeleyecek kadar güçlüdür. Bir de buna bilgisizlik eklendi mi, geriye tepmiş silah gibi olur.”
“Dolayısıyla aklı yönlendirebilmek zorlaşır, hatta imkânsızlaşır.”
“Aklın en iyi yol arkadaşı gerçektir, onu ara.”
“Nasıl?”
“Ona ulaşmayı iste.”


Yaratıcı, kendine nasıl ulaşılması gerektiğini en iyi bilendir. Bunu iletme yollarını elbette kendisi seçecektir.
İşte bunun ön koşulu aklı kullanmaktır. Aklımızı etkin bir biçimde kullanabilmeyi, gerçek anlamıyla bağımlılıklardan ve şartlanmalardan kurtulmuş özgür bireyler olduğumuzda gerçekleştirebiliriz.
İçinizden gelen gerçek, bencil olmayan sese kulak vererek, kurtulma çabası içine girmeliyiz. Öz benliğimizdeki gizli enerjiyi harekete geçirerek, içimizdeki boşluğu doldurmak için büyük çaba göstermeliyiz. Sonuçta denge, uyum, yaşam kolaylığı ve zenginlik adım adım bize yaklaşacaktır.
Kendimizle yüzleşmek, kesinlikle acı dolu bir süreçtir. Bu acıya dayanmak için güçlü olmalıyız. Bu da bilinçli çabayla mümkündür.

“Her şeyin başı niyettir, Küçük Kız, biliyorsun değil mi?”
“Nasıl?”
“Niyet et, iyileşmeyi iste.”
“Nasıl olacağını söyle?”
“İçindeki sesi duy, Küçük Kız.”
“Eğer içimdeki sesi duyabilirsem, bana doğru yolu gösterir mi?”
“Bundan emin olabilirsin.”


Soyut bir kavramla iletişim kurmak çok anlamsız gelebilir ama sizi incinmekten korur.
İçinizdeki o ses, ne kadar derinde, onu duymanız ne kadar zor olursa olsun, bilin ki o sesin sahibi sizi çok iyi duyuyordur.

“Hiç kimseye söyleyemediklerini ona itiraf et, Küçük Kız.”
“Bu benim için çok zor.”
“Eğer gerçekten iyileşmek istiyorsan, ondan korkma. Ona güven. O iyi bir dost, iyi bir sırdaş ve iyi bir âşıktır, Küçük Kız.”
“Bunu başarabilir miyim Kırmızı Kurdele?”
“Başaracaksın, inanıyorum ...”


Ben suçu başkalarının üstüne atmaktan vazgeçtim artık.  Çünkü hasar görmüş duygularımı iyileştirecek olanın, beni baştan var eden olduğunu fark ettim. Kendi kendime iyileşmeyi isteyip istemediğimi sordum.
İnsanın kendini bağışlamasıyla, kendisini bu kötü duruma düşürenleri bağışlaması aynı şeydir. Bir paranın iki yüzü gibi, zıt görünseler de, aynı şeye aittirler.
Bağışlamak, ilk anda size çok zor gelebilir ama emin olun kendinizi bağışlamak daha zor.
Kendinizi değersiz olarak gördüğünüz müddetçe bağışlayamazsınız. Derin bir sevgiye ve şefkate ihtiyacınız var. Sizi sevmekten bıkmayacak birine ihtiyacınız var. Sizi dinleyecek ve affedecek birine ihtiyacınız var. İşte içinizdeki sesin sahibi sizi bekliyor. Kapısı kapalı gibi görünebilir. Kapıyı çalmadan size gir ya da girme diyeceğini bilemezsiniz. Çalsanız da size “Gir” demeyebilir. Kapıyı açın ve bütün gücünüzle, “Sesimi duyan var mı?” diye seslenin. Göreceksiniz sizi duyacak ve size doğru koşacak ve sizi anlayacaktır…
Acılar içinde kıvrandığınız o an, kendinizi, onun kollarına bırakın, sizi sarıp sarmalasın.
Ben de öyle yaptım. Kapıyı çaldım ve ona yöneldim.

Zayıflıklarımı, takıntılarımı, hatalarımı, içimdeki çatışmalarımı, endişelerimi, hayal kırıklıklarımı, yalnızlığımı, içimdeki boşluğu anlattım.
“Ne dersin; acaba beni duydu mu Kırmızı Kurdele?”
“Evet evet! Duydu Küçük Kız.”
“Ah! Kırmızı Kurdele, beni dinledi.”
“Farkındayım, nasıl da titriyordun.”
“Çok korktum.”
“Neden?”
“Başlangıçta oldukça zorlandım. Ağlamaktan anlatamadım derdimi. Sen de gördün değil mi?”
“Evet, hem de çok iyi fark ettim.”
“Bana sorduğu soruyu da duydun değil mi?”
“Evet, Küçük Kız.”
“Bana, kendine neden bu kadar eziyet ettin diye sordu. İnsan kendine eziyet eder mi?”
“En büyük zulmü insan kendi kendine yaparmış Küçük Kız.”

***

“...herkesin yeni baştan yaratılmaya ihtiyacı vardır!”

Hiç unutamıyorum; babam, hatalarımı sık sık yüzüme vurarak, kendi kendine olan sevgisizliğini haklı gösterecek gerekçeler bulmaya çalışıyordu. Çünkü kendini sevmesi, annesiyle babası tarafından elinden alınmış tek sermayesiydi.
O da aslında engellenmiş çocuktu; tıpkı benim gibi... Ne yazık ki zamanında kendisine tanınmamış hakları, ben kendim için isteme cüretini gösterdim. Bana öfkelenmesi normal bir davranıştı ama bunu ne yazık ki çok geç anladım. Yaşamı boyunca kendinden uzak tuttuğu isteklerini ve hayallerini hatırlattım bilmeden.
Çoğu zaman kendi annesiyle babasından gördüğü yöntemlerle bana engel olmaya çalıştı. Ona göre çocuk, annesiyle babasının isteklerini koşulsuz kabul etmek zorundaydı. Bu durumun benim için ciddi sorunlar çıkaracağının farkında bile değildi. Seçim yapma güçlüğü çekebileceğimi, düşüncelerini dile getiremeyen, korkak biri olabileceğimi hiç hesap etmedi.
Oysa kendi yaşamını yönlendirebilen, özgürce yaşayabilen kişi, başkalarının da yaşamına saygı duyar.

Onun çocukken yapamadıklarını öğrenmeye çalışıyorum. Sorduğumda “Hatırlamıyorum.” diyor ama ben hatırladığına eminim. Şimdi o yetmiş beş yaşını geçen olgun bir adam. Ama çocukluğunu yaşayamamış olması onu hep eksik bırakacak. Sanırım bu eksikliği kalbinde derin bir hüzün olarak yaşamaya devam edecek.
Bir gün nasılsa dile gelip bir iki anısını anlattı. Onun çocukken dayak yediğini biliyordum. Annem anlatıyordu, bazen de kendisi bahsederdi.
Bir gün arkadaşıyla oyun oynamak için bir yere gitmişler. Annesi onu aradığında bulamayınca tabii ki çok kızmış. Eve döndüklerinde korkuyormuş. Çünkü annesinin kızınca neler yaptığını iyi biliyormuş ama yine de dönmüş, başına geleceklere aldırmadan.
Düşündüğü gibi annesi zaman geçirmeden onu dövmeye başlamış. Sanırım hızını alamamış ki, eline bir çivi ve çekiç alıp, “Sen evden uzaklaşırsın ha” deyip, ayağına çakmaya kalkınca çok korkmuş. Bir daha da evden hiç uzaklaşmamış.
Hazır babamı böylesine duygusal bulmuşken “Daha da anlat.” dedim. O da anlatmaya devam etti.
Yine bir gün diye başladı; bu sefer babasından yediği dayağı anlattı. “Kaç yaşındaydın baba?” diye sorup yanıtını beklerken dikkatlice yüzüne baktım. Mimiklerini okumaya çalışıyordum. “On üç.” dedi. Hatırlamak üzdü onu, eminim. “Küçüktüm.” diye de ekledi.
Henüz oyun çağındayken babasının kahvesine çalışmaya gidiyormuş. Bir gün sabah erken saatte kahveyi açmak için gittiğinde, kapının önünde yaşlı bir adamın oturduğunu görmüş. “Onu tanıyordum.” dedi, “Bizim köydendi.” diye de ekledi.
Çayın suyunu koyup, kahvehaneyi düzenlemeye başlamış. Bir süre sonra babası gelmiş. Dışarıda oturan yaşlı adamı görünce, “Komşu, girsene içeri, çay içersin.” demiş. Yaşlı adam “İçecektim ama oğlun vermedi.” deyince, babası onun yüzüne anında bir tokat indirmiş. “Neden çay vermedin?” diye de bağırmış.
Ne olduğunu anlamayan babam, yaşlı adamın, babasına, “Sen ne yaptın? Neden çocuğa vurdun? Ben şaka yapmıştım.” sözlerini duyarken oradan uzaklaşmış.
Dedem, durumu fark edip arkasından çok bağırmış ama babam, o gün akşama kadar ortalıkta görünmemiş.

“Geçmişte alınan yaraların, iz bırakmadan kapanması mümkün değil Küçük Kız. Belki iyileşebilir ama o iz her zaman duracaktır.”
“Onun gerçeklerini anlamaya çalışmalıyım.”
“O zaman senin gerçeklerinin onun gerçekleriyle benzeştiğini göreceksin, Küçük Kız.”
“Mutlaka onun da benim gibi acıları, yaraları var.”
“Yeni baştan öğrenmeye, kendini yeni baştan yaratmaya ihtiyacı var. Sevgiye, şefkate ve onaylanmaya ihtiyacı var, Küçük Kız.”

Hepimizin bildiği gibi, yaşamak, iniş ve çıkışları olan bir süreçtir. Zorlukları ve sonuçlarını cesurca göğüsleyebilen anneyle baba, çocuğunun da noksanlıklarıyla ve yaşamındaki olumsuzluklarla yüzleşebilmesinin yolunu açar.
Bu yönde babamdan alacaklıyım ama o da kendi annesiyle babasından alacaklı,... Bu durumda hangimiz kazanacağız. O çoktan kaybetti anne ve babasını. Artık zamanı da geri alamayacağımıza göre hep alacaklı kalacak. Eşit değiliz. Buna isyan etmek hoş değil hatta zayıflık. Gücümü boşa harcamak olduğunu düşünüyorum…

***

“...sahte sevginin kanatları altında üşümek!”

Değersizlik duygusu, insanı daha fazla şeyler yapmaya ve yaratmaya yönlendirmediği gibi, kısır bir döngünün içinde dönüp durmasına neden olur.
Kendimizi değersiz hissetmenin temelinin çocukluk yıllarına dayandığını biliyoruz. Değer verilmemiş insanın başkasına değer vermeyeceği de malum. Çünkü yaşamı boyunca diğer insanlardan üstün olma mücadelesi verir. İnsanların eşit olduğu aklına bile gelmez.
Değersizlik duygusu yaşayan insan, eğer kendini yüceltemiyorsa daha kolay bir yol olarak başka insanları yüceltme yoluna gider. Aslında var olduğunu gördüğü bir nevi yanılsamadır.
Kendine tanımadığı hakları ona tanımaya başlar. Kendisini değersiz hisseden insan, yine kendisi gibi, kendini değersiz hisseden biriyle yaşamak ister. Çünkü böyle davranmak daha kolaydır. Kendini tanımak için çaba göstermez. Aslında bunu nasıl yapacağını da bilmez. Yaşamına anlam katmak için bir mucize bekler. Bu da genellikle bir âşıktır ve içinde yaşadığı karanlıktan çekip alacağını umar.


Ne var ki; gurur bu değersizlik duygusuna kalkan olur. Onu görünmez kılar. Kendisini incitecek insanlara ya da davranışlara karşı korur. Gururunun arkasına sığınan insan, kendine yabancılaşır. Hatta kendisine karşı nefret duymaya bile başlar. Bunu da genellikle başka insanlara yansıtır. Bu insan da kesinlikle kendisine en yakın olandır.
Bazı insanlar entellektüel yaşama tutunurlar ve değersizliklerini dost edinerek kapatmaya çalışırlar. Aslında onlar da ruhsal olarak yalnızdırlar. Bunu belli etmemek için de büyük bir çaba harcarlar.
Bu çabayı gösterip sorunuyla baş edemeyenler, kendilerini çevreden soyutlar, içe dönük, sevgi verilse de alamayan bireyler olarak yaşamlarını sürdürürler.
Dahası umutsuzdurlar…
Bu durum bir hastalık halinde tüm benliklerini sarar. Sonuçta muhtaç oldukları ilginin yoksuzluğu, onları yaşarken ölü haline sokar.
Yaşamında bu ilgiyi gösterecek biri bulunduğunda, ona sıkıca sarılmak, onu görünmeyen zincirlerle kendine bağlamak, çok kolay gibi görünür. Ustalıkla takılan bir maske, her şeyi daha kolaylaştırır. Bu maskenin diğer insanlar tarafından fark edilmesi uzun sürebilir. Hatta sevgi açlığı çeken biri, bu oyuna kolayca dâhil olabilir. Sömürüldüğünü uzun bir süre sonra fark eder.
Aslında bu ilişki tarzı büyük sorumluluk ister. İlişkiyi sürekli kılmak için yorucu bir çaba gerekir.
Ben de kendi boşluğumu başka bir insanla doldurmaya çalıştım. Bunun sevgi olduğuna inandım. Galiba kocam ve ben birbirimizi bulmuştuk ama güçlü bir işbirliği sağlayamadık. Çünkü bunun için gerçek sevginin gerekli olduğunu bilmiyorduk.
İkimiz de, için için değersizlik duygusu yaşarken, sahte sevginin kanatları altında üşümeye devam ettik. Birbirimizi eleştirmeyi hep kötü niyet olarak algıladık ve sonunda birbirimize düşman olduk. Sürekli kusur bulan ve küçümseyen bir tavırla gelişmemizi engelledik.
“Kendini değersiz hisseden insanla iletişim kurmak çok zordur.”
“Çevresindeki kabuğu kırmak adeta imkânsızdır. Sürekli savunma halindedir.”

Dikkat edin! Değersizlik duygusu yaşayan insan, iş yaşamında da, yardımcılarını yine kendisi gibi olanlardan seçer. Evlenmek istediğinde eşini de öyle seçer. Hatta çocuğunun da kendisi gibi olmasını ister. Sürekli ihtiyaçlarını karşılayacak iş gücü yüksek, vermekten yorulmak bilmeyen, sömürüye açık insanları tercih eder.
Eğer bir gün vermekten yorulursanız, sizi kapı önüne koymaktan da hiç çekinmez.
Aslında her iki taraf da mutsuzdur. Üstelik eşini, yalnızlığından kaynaklanan gerilimi boşaltan bir cinsel obje olarak görmeye başlar ki; işte o zaman mutsuzluk katlanarak büyür.

“Bütün ilişkiler sevgi umuduyla başlar, Küçük Kız.”
“Peki, kızgınlık duygusunun giderek artması, bu umudun kaybolmasına neden olmuyor mu?”
 “Çoğu zaman beraberlik yaşayan iki insan için bu durumu fark etmek uzun zaman alır, Küçük Kız.”
“Fark ettiklerinde ise yıllar çoktan geçip gitmiş olur, değil mi?”
“Evet, Küçük Kız.”


Yaşamın her anı evrimdir. Devamlılık için bu şarttır. Bu yüzden benlikleri ilişkinin içine hapsetmek, gelişimi engeller.
Herkes kendi benliğinin olgunluk derecesine göre eş bulur. Bu şaşılacak şekilde sezgi yoluyla gerçekleşir. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş misali. Tencerenin içine sıkıştırılmış, kaynayan duygular ara sıra kapak açılıp hava akımı sağlanmazsa taşma noktasına gelir. Taştığında da ne olduğunu hepimiz biliyoruz…
Çocukluğunda duygu ve düşüncelerine değer verilmemiş insan, yetişkin hayatında ödün verici bir karaktere bürünür. Beraberliklerini de ödün verdiği müddetçe devam ettireceğini zanneder. Bilmez ki her verdiği ödün, öz benliğinden çalınmış bir yapı taşıdır. Tıpkı tuğlaları tek tek alınmış ara duvar gibi... Çökeceği günü tahmin etmek hiç de zor değildir. …


“İncinmekten korkan küçük bir kız çocuğuyum.”
“Farkındayım Küçük Kız.”
“Peki, ne zaman gerçek bir yetişkin olacağım?”
“Geçmişinle hesaplaştığın zaman Küçük Kız.”
“Geçmişim engellenmişlik üzerine kurulu.”
“Zihnin hala karışık!”
“Hayatım karmaşık duyguların yarattığı bir film gibi.”
“Bu karmaşa içinde, kendine bir yol bulmaya çalışıyorsun.”
“İçinden çıkılması zor bir kısırdöngü içindeyim.”
“Kendini tutsak gibi hissediyorsun değil mi?”
“Sence de öyle değil miyim? Etrafımı çeviren şu demirden kafese bak.”
“O, bir yanılsama Küçük Kız.”


İçsel gerçekliğe kavuşmazsak, hayatımızda kurallara dayalı bir sürü ıvır zıvırla uğraşmak zorunda kalırız.
Onun için yaşamınızda kafa bulandıran insanlarla birlikte olmayın. Sizi aydınlığa kavuşturacak, geliştirecek insanlarla birlikte olun.
Açık konuşmaktan korkmayın. Diliniz sizin en büyük egemenlik silahınızdır.
Başkalarına baskı yapmayın, hiç kimsenin de size baskı yapmasına izin vermeyin.
İnsanın en büyük tutsaklığı, her şeyin istediği gibi olmamasıdır. Oysa her istediğiniz olmak zorunda değildir. Hayattaki birçok şeyin sizin sandığınız kadar da önemi yoktur.


Zayıflıklarınızı, başarısızlıklarınızı başkalarına anlatmaktan çekinmeyin. Çünkü insanlardan saklanmak ve ikiyüzlü davranmak gerçekten çok yorucudur.
En zoru da kendinize itiraf etmenizdir. Çok güçlü bir keder yaşarsınız. Yaptıklarınız ve verdiğiniz kararlar yüzünden derin bir pişmanlık duyarsınız.

“Katılıyorum; kederle başlayan itiraf sevinçle son bulur, Küçük Kız.”
“Çünkü insan sırtımdaki tonlarca yükü atmış olur.”.
“Bedenin sevinç dolu, sıcak bir ruhu taşısın, Küçük Kız.”
“Hükmeden ruh, soğuk ve hüzünlüdür, hem de çok ağırdır. Bunu iyi biliyorum.”
“İnan ki onu taşımaktan herkes yorulur.”
“Ben de çok yoruldum Kırmızı Kurdele.”
“Yaptıklarının onaylanması seni iyileştirir, tazeler. Nasıl insanın bedeni çok çalışmaktan yorulursa, ruhu da kendini yok saymaktan yorulur, Küçük Kız.”

***

“...öfkelendiğiniz zaman yıkanın!”

Ruhumun çöküş yaşadığı bu dönemde ilahi güce sığınmak ve yardım istemek hiç de kolay olmadı. İçimdeki öfke kendime karşı olmakla birlikte beni yarattığına inandığım ilahi güce karşı da bir isyan halindeydi.
“Öfkelendiğiniz zaman yıkanın. Zira öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Bu ateşi de ancak su söndürür.” denilmektedir.
İçimdeki öfke ateşini söndürecek bir şeyler ararken kendimi çeşmeden akan suyun karşısında buldum. Akıp giden suya bakarken, içimdeki ateşi nasıl söndüreceğini anlamaya çalıştım. Biliyorsunuz, yıkanmak insanı rahatlatır. Bu düşünceden yola çıkarak denemek istedim. Aslında yaşadığım içimdeki umut kuşunun son kanat çırpınışlarıydı.
Birçok hatası olan insan olarak, kendime rağmen, hayatımı sürdürmek zorlaşmıştı. Af dileyecek bir merci bulmak, hatalarım için bir teselli aramaktı bütün çabam.
Kendimi affetmek, onun beni affetmesinden daha zordu. İlahi bir güçten destek almak arzusu tüm ruhumu sardığında arayış da başlamış oldu. Beni yalnız bırakmayacak, bunalım ve çaresizliğimde benimle olacak bir güce ulaşmaktan başka amacım yoktu.

“Öyle deme, kişinin iç dünyasındaki ahenk, iç barış ve bütünlük açısından ibadetin önemli fonksiyonları vardır. Olgun bir vicdanın oluşumuna öncülük eder, Küçük Kız.”
“İlahi güçten yardım istemek suretiyle kendimi ruhen bir rahatlamaya sevk ettim.”
“Biliyorum Küçük Kız.”
“Benim onun karşısındaki yerimi ve tavrımı belirlemek için bir süreç yaşadım.”
“Aslında, kalbinin sevilme arzusunu, ilahi güçten kazanma düşüncesi kendine sorgulama fırsatı verdi.”
“Çünkü beni kabul edip etmeyeceğini bilmiyordum. Defalarca yaşadığım hayal kırıklıklarına bir yenisini daha eklemek vardı bu çabamın sonunda.”
“Yine de vazgeçmedin Küçük Kız.”

***

“...mavi gözlü dev adam!”

Mavi gözlü dev bir adam, Hz. Ali’nin felsefesinin insana değer veren dünya görüşüyle, sarıp sarmalamış bütün ruhunu.
Hiç bitmeyen sevgisi ve güveniyle ortak oldu sıkıntılarıma. Bir insana sevildiği nasıl gösterilebilir ki, en sıkıntılı anında yanında olmaktan başka?
Kız kardeşimin eşi olan bu adam, benim için bir enişteden çok, saygın bir dost oldu.
Kardeşime benim için söylediği şu söz hiç kulaklarımdan gitmiyor. “Hiç pes etmiyor. Onun bu halini çok seviyorum.”
Evet, hiç pes etmedim. Var olma mücadelem hep sürdü. Karşıma çıkan onca engele rağmen davamdan vazgeçmedim. Özgür ruhum, göklerde uçan kuşlar gibi sınır tanımadan hedefe doğru yönlendirdi beni.
İçimdeki bin bir parçaya ayrılmış kırık kalbimi, sihirli bir yapıştırıcıyla yapıştırdı sanki…


Eşim öldükten sonra arkada bıraktığı bir yığın borç ödenmek için beklerken, tutunduğum her dal kırılıyordu. Köşeye sıkışmıştım. Her an olmadık bir şey yapacak durumdaydım.
Para denen illet, koşarak kaçıyordu benden. Hâlbuki bütün sıkıntılardan kurtaracak tek şey oydu.
İşte bu anlarda fark ettim, bir kadının nasıl kötü yola düşebileceğini. Çaresizlik insana her şeyi yaptırır denildiğini de kavradım.
Para iki yoldan kazanılır. Biri iyi, diğeri kötü yoldan. Eğer iyi yoldan gelmezse kötü yola yönelmeniz an meselesidir.
Şükürler olsun ki, etrafımda beni seven insanlar varmış. Ne tuhaf değil mi? Oysa hayatım boyunca sevgiyi aradım. Sevildiğimi neden fark edemediğimi anlamaya çalışıyorum. Yoksa sevgiyi yanlış yerde mi aradım?

“Sevgi tutkuyla birlikte aranılırsa, sanırım bulunamıyor Küçük Kız.”.
“Tutku, pek çok şeyden vazgeçmemize neden oluyor. “
“Ben kimim?” sorusu tutkuyla sorulduğu zaman ve cevabı arandığında kişiyi yanıltacak bir sürü insan çıkabiliyor karşısına.”
“İnsan sevildiğini zannediyor öyle değil mi?”
“Evet, Küçük Kız. İşte o zaman hata yapıyor.”
“Tıpkı benim gibi.”
“Zan içinde yaşamak,  ilahi gücün hiç sevmediği davranışlarımızdan biridir, Küçük Kız.”
“Biz insanlar da; ne yazık ki, zannederek hüküm veriyoruz, Kırmızı Kurdele.”

Mavi gözlü dev adam, büyük bir sorunumu çözmeye devam ediyordu.
Fakat ilahi güç boş durmuyor, kaderimi yönlendirmeye sürdürüyor, kurtulmaya çalışırken sanki daha çok batıyordum. Başıma büyük bir dert daha açılmıştı. Geçmişin temizlenmesi gereken pislikleri bir türlü bitmiyordu.
Bitmiştim, tükenmiştim...
Eğer çocuğum olmasaydı, kendimi öldürmek içten bile değildi. Çünkü beni sadece ölümün kurtaracağını düşünmeye başlamıştım.
Olanları ona anlattığımda, her zamanki gibi metanetle, “Dur, telaş etme, ben biraz düşüneyim, buluruz bir çare.” dedi.
Eve geldim. Kendimi duşun altına attım. Gözyaşlarım musluktan akan suya karışmış, bedenimi temizlemeye çalışıyordum. Aslında temizlemek istediğim bedenim değil, ruhumdu. Çünkü onun çok fazla kirlendiğini düşünüyordum.
Duştan çıkıp giyindim, salona doğru yürüdüm. Seccadeyi yere serip ayaklarımla üstüne bastığımda, ben artık eski ben değildim.
Son bir çırpınış, son bir umutla ilahi gücün karşısında durup, ona yöneldiğimin farkındaydım.
O’da farkındaydı, zaten bekliyordu. Beni çağırıyordu.
“Allah en büyüktür.” diyerek ellerimi kaldırdığımda, sonunu asla hayal edemeyeceğim bir yola girmiştim.
Dizlerim seccadeye değdiğinde, yüreğim şöyle bir sözü adeta haykırdı.
“Pes ediyorum.”
“…”
 “Ne kadar acizim. Ne kadar zavallıyım. Kendimi kurtaracak bir çare bulamıyorum.”
Alnım seccadeye değdiğinde, “Sana inanıyorum, sana sığınıyorum, sana sesleniyorum, sesimi duy, senden yardım istiyorum.” diye dua ettim.
“…”
“Biliyorum beni sınıyorsun. İsyan edip etmeyeceğimi görmek istiyorsun. Hayır, isyan etmeyeceğim. Biliyorum bütün bu olanlar senin gücün ve takdirinle oluyor. Biliyorum ki beni yine sen kurtaracaksın.”
“…”
Bütün bu sözleri ağlayarak söylediğimi kimse görmedi. Ama onun gördüğünü biliyorum. Beni duyduğunu da biliyorum. Yardım eder mi, bilmiyorum. Umut etmekten başka çarem yoktu.

...

Gece saat on iki olmuş, herkes yatmıştı. Ben de yatmaya hazırlanıyordum. Tam yatağıma uzanacaktım ki, telefon çaldı. Ahizeyi elime aldığımda, mavi gözlü dev adamın, “Ya baldız, sana üzülme, çare bulacağız demedim mi?” diyen sesinin ardından, o gece vakti sanırım sevinç çığlıklarımı bütün apartman duydu.
Arkasından da şöyle demişti:
“Sen bir dilekçe yazıp, hemen bana gönder. Durumunu iyice anlat.”
Telefonu kapattıktan sonra hemen yazdım dilekçemi ve e-postayla gönderdim. Ondan sonra uyu uyabilirsen.
İlahi güç beni duymuştu, bana cevap vermişti. Kudretini iyi kalpli bir enişteyle gösterdi. Merhametini mavi gözlü dev adamın yüreğine sığdırmış ve bana ulaştırmıştı.
Ona çok borçluyum ama borcumu ödemek istemiyorum. Çünkü borcumu ödeyemediğim sürece onun için dua edeceğimi biliyorum. Bu dua hiç bitmesin, son nefesime kadar sürsün istiyorum.
Bu kitap bir gün basılır ve raflarda yerini alırsa, onun ne diyeceğini tahmin edebiliyorum. “Ya baldız, yanılmadığımı biliyordum.”
Birkaç gün sonra benim için yeni bir hayat başlamış, borçlarım ödenmişti. Asla kurtulamayacağımı düşündüğüm anda, sadece sevildiğim için kurtulmuştum.

***

“...enerjinin sanat eserine dönüşü!”

“İnsan, bir fotoğrafa âşık olabilir mi?”
“Neden olmasın Küçük Kız.”
“Galiba âşık oldum.”
“Farkındayım Küçük Kız, için coşku dolu.”

Çok uzaklardan bir adam bana bir fotoğraf gönderdi. “Gençlik fotoğrafım” dedi. “Onu düzeltebilir misin?” diye de sordu.
“Bir bakayım, yapabileceğim bir şey varsa yaparım.” dedim.
Fotoğrafı düzeltmeye başladım. Bu genç insan hiç konuşmuyordu.
Ne yağız bir delikanlı dedim. Ne yakışıklı oldu. Fotoğrafın her yerini elden geçiriyordum. Sanki elimde kalem kendime âşık olacağım adamın suretini çiziyordum.
Ağzından ne kötü bir söz, ne bir hakaret çıkıyordu. Ne el kaldırıyor, ne dövüyor, ne bağırıyor, ne de kızıyordu.
Kalbim kanatlanmış kuş gibi pır pır ediyordu. Neşem yerine gelmişti.
Sonra fotoğraf konuşmaya başladı. Binlerce kilometre öteden söylediği birkaç sözle kalbimi kırmayı başardı.
Hiç kimseye, üzerinde baskı kurarak, denetleyerek, eleştirerek, aşırı korumacı davranarak sevginizi gösteremezsiniz. Böyle olduğunu sanıyorsanız; aldanıyorsunuz.
Tam aksine gerçekten seviyorsanız, onları özgür bırakıp seslerine kulak verin.

“Galiba Rabbim,  bana bir şey anlatmak istiyor, Kırmızı Kurdele.”
“Gerçek sevgide baskıya yer yoktur diyor, Küçük Kız.”
“Ah! Onu o kadar çok aradım ki.”
“Biliyorum, aradığın işte böyle yüce bir şeydi, Küçük Kız.”

...

“Peki, ya aşk nedir, Kırmızı Kurdele?”
“İnsanlık, tarihi boyunca bu sorunun cevabını hep merak etti, Küçük Kız.”
“Aşkın mutlulukla bir ilişkisi var mı?”
“İnsan aşkı bulunca mutluluğu da bulur.”
“Derde deva bir ilaç mı bu?”
“Biraz öyle Küçük Kız.”
“Şaşırmadım, aşkın insana verdiği coşku inanılmaz şekilde güzel.”
“Bu yüzden de aşkı daima aramalıyız Küçük Kız.”
“Peki, insan aşkı neden arar?”
“Belki de kendini eksik hissediyordur, ondan…”
“Peki ya bulamazsa, ne olacak?”
“Sen buldun ya Küçük Kız.”
“Bunu nasıl anladın Kırmızı Kurdele?”
“İçinde yaşadığın uyum, aşkın sonucu Küçük Kız.”
“İçimde mistik bir coşku var.”
“İçinde tanrısal olanla temasa geçme arzusu var.”
“Kadın ve erkek bu arayışın neresinde, Kırmızı Kurdele!”


Mutluluğun içinde olacağı bir aşk tanımı arıyorum. Aşk kaybedilmiş bir birliğin aranması mı?
Biliyorum, bu arayış her insanda var. Bu nedenle de birbirlerini bulma yanılgısıyla birleşiyorlar. Ama zihinleri onları yanıltıyor. Aşk kelimesi kulağa hoş geldiği için büyüsüne kapılıyorlar. Yanıldığımız içindir ki, bu arayış hiç bitmiyor.
“Peki, insanı yanıltan nedir?”
“Cinsel dürtü Küçük Kız.”
“Kadın ve erkek özgür olursa bu yanılgı kaybolur mu?”
“Aşkı cinsel dürtülerin içine hapsettiğimiz sürece hayır, Küçük Kız.”
“Bilim, aşkın hormonlarla ilgili olduğunu söylüyor.”
“İki insan arasında engellenemez bir çekim gücü var, fakat cinselliği reddedersek.”
“ O zaman bütünleşme nasıl olacak?”
“Sen bütünleşmeyle birleşmeyi karıştırıyorsun Küçük Kız.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Üremek için birleşmek gerekli.”
“Psikolojik aşk, biyolojik aşkı döver, öyle mi?”
“Biyolojik aşk yaşam yaratmaktan başka bir şey değil. Gerçek aşk bunun ötesinde bir şey, Küçük Kız.”
İçinde şefkat duygusunun olmadığı bir cinsellik aşkı çağırmaz. Aşkı çağırmak, onu yaşamın içine katmaktır. Yaşam canlıdır, aşk da canlıdır. Aksi halde bütünleşme olmazdı... Aşkın bize hissettirdiklerini dikkate alırsak, onun için bir enerji de diyebiliriz. İçinde enerji olan her şey bütünleşmek ister. Çoğalmak, zenginleşmek ister... Enerjinin olduğu her yerde yaşam var. Yaşamın içinde de akıl ve uyum. Uyumun olduğu her yerde güzellik, mutluluk vardır.
 “Biliyor musun? İnsanlar gerçekten sevmeyi istiyorlar, Kırmızı Kurdele.”
“Evet, ama beceremiyorlar.”
“Neden?”
“Kendine şu soruyu sor Küçük Kız. Bugün birini sevebilirsin. Aynı insanı yarın, öbür gün, beş gün sonra, hatta bir yıl sonra hala sevebilecek misin?”
“Aşk, bugün, yarın ve gelecek günlerde de devam etmeli.”
“Yaşanan şey gerçekten aşk ise, devam eder, Küçük Kız, değilse hayır.”


Aşkın göstergesi göğsünüzün tam ortasında hissettiğiniz duygu yoğunluğudur, yani coşku... Bu coşku saf sevgiyi içinde barındırır. Çünkü saf sevgi beklentisizdir.
Beklenti gönlü yorar, insanı şüpheye götürür. Sevilmediğimizi, istenmediğimizi düşünmemize neden olur.
Âşık olan insan, âşık olduğu insanın en ufak bir davranışına büyük anlamlar yükler. Olumsuz davranışlarının karşısında yıkılır.


“Bir davranışın olumlu ya da olumsuz olduğuna nasıl karar verebiliyorsun, Küçük Kız?”
“Şartlanmalarım, tabularım, ön yargılarım bana yardım ediyor.”
“Kendini kandırma Küçük Kız.”
“Onlar bu işi iyi yapıyor Kırmızı Kurdele.”
“Onlar yüzünden aşkı kaçırdığını biliyorsun değil mi?”
“Elimden gelse zamanı geri almak isterdim.”
“Biliyorum Küçük Kız, sevda ateşinde yanmayı dilerdin.”

İki insan geçmişte bir kez kavuşma anı yaşamışsa. Bu kavuşmanın bir nedenle ayrılığa dönüşmesi, aşkı acılı hale getirir. Sevilen kişiden kopmak boşluk oluşturacağı için, bu hissedilen acının sürmesine sebep olur.
Sevdiğiniz insan, zihninizi ele geçirirse, onu düşünmeden bir anınız bile geçmez.
İçinizde hissedeceğiniz en küçük bir umut kırıntısı, bütünleşme arzunuzun ömür boyu sürmesine neden olur.
İşittiğiniz duygu yüklü bir şarkı sizi alır götürür, sevdiğinizin yanına oturtur. Onun tenine bile dokunmadan onda var olmayı, bütünleşmeyi yaşarsınız.
Aşk kelimesini geniş anlamda kullanabiliriz. Annenin çocuğuna duyduğu sevgi, bir erkeğin bir kadına, bir kadının bir erkeğe duyduğu sevgi, mesleğe duyulan sevgi, yaşama duyulan sevgi, ilahi sevgi gibi...
İlahi güç, yaşamı sevme becerisi taşıyan herkesin içinde vardır. Onu aramak, yaşama tutunmak demektir. Çünkü o yaşamın ta kendisidir. Zira o her yerde her an nefes alır, tıpkı sizin gibi... Sever, özler, sahip olmak ister. Muhteşem bir enerjidir, yaşamın kaynağıdır. Bu enerjiyi bilgiyle birleştirdiğinizde, ortaya muhteşem bir sanat eseri çıkar.

***

“...kelimeler sihirlidir, gizli geçidin kapısını açarlar!”

Din, insanların iç dünyalarını etkileyen, hayatı anlamlandırmaya yönelik katkı sağlayan eylemler ve kurallar bütünüdür. Yani bir yaşam biçimidir.
Dini anlamak insanın bakış açısına bağlıdır. Dolayısıyla mutluluğu ararken dinden yararlanmak mümkündür.
Onun ibadet boyutu, insanın hayatını anlamlandırmasında, ölüm gibi, insanın ruh sağlığını etkileyen acılara katlanmasında, yaşam umudunu yenileyerek zorluklarla baş edebilme gücü verir. Böylece insanın mutlu olmasındaki en önemli itici gücün, yani pozitif enerjinin elde edilmesi sağlanır.
Mutluluk gerçek benliğin açığa çıkmasıdır. “Ben kimim?” sorusunu sorarken, aradığı cevabı bilen bir öte varlığı araması hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü kendisinin bu soruya cevap bulabilmesi dış etkenler nedeniyle zordur.

“İlahi güç insanın mutluluğunu esas almıştır. İnsanın mutlu olmasının yolu yaradılışına uygun hareket etmesidir, Küçük Kız.”
“Peki! Bu nasıl olacak?”
“Bunun için insan kendini iyi tanımalı Küçük Kız.”
“Bu çok zor değil mi?”
“Kafasının içi örümcek ağlarıyla kaplanmış, bulanık suya benzeyen bir zihinle, insan elbette mutlu olamaz, Küçük Kız.”
“Ama herkes mutlu olmak istiyor Kırmızı Kurdele.”
“Mutluluk, zihnin dingin olmasıdır.”
“Doğru söylüyorsun da bu nasıl olacak?”
“Bunun için iyinin, doğrunun ve güzelin ne olduğunu bilmek gerekir Küçük Kız.”
“Yani bütün olumsuz düşünceleri terk etmemiz gerekiyor, değil mi?”
“Bunu biliyorsan işin kolaydır Küçük Kız.”
“Artık biliyorum.”
“İnsan kararlarını alırken kendisi hakkındaki bilgilerden yararlanır Küçük Kız.”
“Öyleyse mutluluk ruh saadetidir diyebiliriz değil mi?”
“Evet, hatta iç huzurdur da diyebiliriz.”
“Bunun için insanın kendine karşı dürüst olması gerekiyor o zaman.”
“Böyle insanın hayata bakışı değiştiği için canlılığı ve yaratıcılığı da artar, Küçük Kız.”
“Çok iyi anladım, mutlu olmak için insan kendisiyle barışık olmalı. Bu da kendini ne kadar sevdiğiyle ilgilidir. Ama bu sevgiyi yaratan da dış sevginin kendisine yönelmesidir.”
“Mutluluk zihinsel dinginlik sağlayacağı için akıl sağlığı açısından da önemlidir, Küçük Kız.”


Rahatlamak için yapılan tüm ibadet şekilleri kalbin huzur bulması içindir. Sevgisiz bir kalpte huzur da olmaz. Öyleyse aradığım sevgi ibadetle elde edebileceğim bir şey miydi?
İlahi gücün azameti karşısında küçüklüğümü, güçsüzlüğümü itiraf etmek, mutlak bir teslimiyetle secdeye kapanma itirafların en samimi olanıdır.
“Evet, secde, ilahi gücün huzurunda eşsiz bir yere kapanma ve ondan aman dileme olayıydı benim için Kırmızı Kurdele…”
“Onun huzurunda durmak ve yaşanılan her şeyin onun gücü ve takdiri sayesinde yaşandığını kabul etmek, hayatı hatalarla dolu bir insan olarak, seni affetmesi için iyi bir yoldu, Küçük Kız.”
“Olumsuz karakter özelliklerimi ortadan kaldırmak istiyordum. Bu isteğim, içselleştirme bilincimin oluşmasına yardımcı oldu.”
“Kötülük illa ki bir insana karşı yapılmaz. İnsan bunu kendi kendine de yapabilir, Küçük Kız.”
“Hem de çok iyi”
“Yaptığın ibadet kendi kendine eziyet etmeni önledi, Küçük Kız.”
“Korkaklık ve çekingenliğimi giderdi. Cimrilik ve kıskançlığı yok etti. Disiplin kazandırdı.”
“İbadet gerçek bir samimiyet içinde yapılırsa insanın ruhunun yücelmesinde inanılmaz etkiye sahip oluyor, Küçük Kız.”
“Ruh, beden kafesine kapatılmış bir kuş gibidir. İlahi güçle iletişim kurmak onu sonsuzluk âlemine bağlıyor.”
“Ruh bedenle bağımlı yaşar. Eğitilmemiş benliğiyse farkında olmayı engeller.”
“İnsanın gönlü sıkıntılardan dolayı bunalıyor, sıkılıp, mutsuz oluyor değil mi?”.
“İlahi güçle birlik olma ve bütünleşme duygusunu yaşamak, ruhunun yalnızlığını göstermekten başka bir şey değildi, Küçük Kız.”

Namaz, ilahi güce yaklaşma konusunda bir eylem oldu benim için. Ona nerede hata yaptığımı sorma fırsatını bu şekilde buldum. O da bana hatanın bende olmadığını kaderimi bu şekilde yazdığını, bunu kabul etmenin benim için daha rahatlatıcı olduğunu söyledi. Buna inanmak istedim, öyle de yaptım.
Bu eylem, inancımı güçlendirdi. Tutum ve davranışlarım üzerinde olumlu etkisini gördüm. Namazı kılarken şöyle kılacaksın, şu sureyi okuyacaksın gibi ritüelleri kabul etmek zorunda mıyım sorusunu hep sordum.

“Bütün bunların sonunda kafan karıştı değil mi Küçük Kız?”
“Evet, neden sevdiğim duayı okuyamıyorum? Neden beni en iyi anlatacak sözleri sarf edemiyorum?”
“Kalbinin sesini dinle Küçük Kız.”
“Eğer secde anı, ilahi güce en yakın olunan an ise, neden ona sevdiğim şekilde hitap edemiyorum?”
“Sana kim ya da ne engel oluyor ki.”
“Neden bedenimi ondan gizliyorum? Zaten o beni her zaman her halimle görmüyor mu?”
“O her şeyi görür Küçük Kız.”
“Neden ona dualarımla sarılamıyorum?”
“Öyle yap, sanırım buna çok sevinirdi Küçük Kız.”
“Neden ona en güzel sözlerle hitap edip aşkımı itiraf edemiyorum?”
“Aşk onun en çok sevdiği şeydir Küçük Kız.”

İşte bu düşünceler içindeyken, namazı yüce sevgiliyle bir buluşma zamanı olarak kabul ettim.
İlahi gücün önünde boyun eğmeyi, verdiği nimetleri fark etmeyi, bunun için şükretmeyi öğrendim. Mütevazı olmayı, yapılan iyiliğe karşı duyarlı olmayı öğrendim.
Şaşılacak şekilde direnç gösteren nefsimin karşısında ruhum, sabır örnekleri gösteren hür bir iradeye dönüştü, şükürler olsun!

“Namaz için yaşamın belli anlarını feda etmek gerekir, Küçük Kız.”
“Sanıyorum insan en çok bu konuda cimrilik yapıyor.”
“Oysaki bu süreci, bağışlanan yaşam için, bir çeşit hediye olarak kabul etsek, bence her şey daha kolay anlaşılır.”
“Beni yaratan o olduğuna göre, hayatım üzerinde de istediğini yapması doğal değil mi?”
“İstesen de istemesen de her şey senin iraden dışında gerçekleşti.”
“İlahi gücün iradesini aşabileceğimi düşünmem tam bir kibirlilik haliydi. Onun yazgısından kaçamamak beni teslimiyete mecbur kıldı.”
“İnsan aklına durgunluk verecek bir işleyişin içindesin. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığını, her şeyin bilinçli bir irade tarafından belirlendiğini, ölçülerini onun koyduğunu düşün, Küçük Kız.”
 “Yaşamım dediğim sürecin, aslında benim hayalim değil de, onun hayali olduğunu anlamam çok ironikti.”
“Onun belirlediği kaderin, senin hayatın üzerindeki sorumluluğunu kaldırmaz elbette.”
“Davranışlarımın temelinde ruhsal yapımdaki eğilimlerin olduğunu, bunların yaşamımı şekillendirdiğini biliyorum artık.”


İlahi gücün kuralları sebep sonuç ilişkisine dayanmaktadır. Bize verdiği irade gücünün kullanılması insanın sorumluluğundadır.
İrade, insanın yararına inandığı bir eyleme yönelmesine neden olan eğilimidir. İlahi gücün belirlediği yasalara, her canlı itaat ettiğine göre, bu durumu yaşamın içinde algılamamız gerekmez mi? Öyleyse itaat yaşamın kurallarına uymaktır. Yaşamın kurallarını onun kurallarından ayrı tutmak anlamsızdır.
Bütün varlıklar ona itaat ettiklerine göre, insan reddetmek yerine, şapkasını önüne koyup,  itaatinin nasıl olacağını sorgulamalı.
İlahi gücün kelamı şöyle der: “Onların kalpleri vardır ama onunla kavrayamazlar, gözleri vardır ama onunla göremezler, kulakları vardır ama onunla duyamazlar. Onlar hayvanlar gibidir hatta onlardan da daha akılsızdırlar. İşte yanılgı içinde olanlar onlardır”
Buradaki kalp, göz, kulak kelimeleri, aslında hissetme, algılama, düşünme, kavrama, insanı bilgiye, derin düşünmeye ve imana götüren temel insani yeteneklerdir.

“Yaratıcının kurallarına uyanlar başarılı olurlar, Küçük Kız.”
“Çok kolay gibi konuşuyorsun.”
“İlahi güç kimin ne şekilde hareket edeceğini bilir ve ona yolu kolaylaştıran sebepleri hazırlar.”
“İradesini doğru eylemle kullanamayanlar hoşuna gitmeyen olaylarla karşılaşıyor.”
“Bu kötü sonuçların sebebi aslında kendisidir. Yani verdiği kararlardır.”
“Yaşadığım her şey kendi arzum veya kusurumdu değil mi?”
“Yaşanan kötü şeyler aslında kötü olmayabilir, Küçük Kız.”
“Artık bunun farkındayım Kırmızı Kurdele.”
“Kendine haksızlık yapıldığını düşünüyorsan, yaşadığın olayın sonuçlarını iyi değerlendir, Küçük Kız.”
“Rabbimin iradesinin her şeyin üstünde olduğunu ve asla zulüm etmeyeceğini öğrendiğim zaman, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrıldığım gerçeğini daha kolay kabul ettim.”
“O, doğru yolu insanın kalbinde yaratır. Doğru yola yönlendirdiği insana kendini sevdirir.”
“Buna inanıyorum Kırmızı Kurdele.”
“O, insana, iman etmesi için yeterli aklı vermiştir. Psikolojik donanıma sahip yaratmıştır. Bütün âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtları gözler önüne sermiştir.”
“İlmihalde okuduğum şu cümle beni oldukça etkiledi.  “Kitaplar ve peygamberler olmasa dahi, insan yine Rabbini bulur.”
“Bu arayış insanın doğasında var, Küçük Kız.”
“İlahi güç, insanı yaratırken onun kişilik yapısına doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü ayırt etme ve birini seçip yapabilme gücünü vermiş, değil mi?”
“İnsanlar bunu kullanamıyorsa o ne yapsın. Kendisine verilen akıl yeteneğini ve irade gücünü kötüye kullanmakta ısrar ediyorsa, tercihinin sonuçlarına katlanmasından doğal ne olabilir?”
“Bunun farkındayım Kırmızı Kurdele.”


Dua, doğaüstü gücü yardıma çağırmak, ona sığınmak demektir. Kudretini, ilmini, iradesini tanımak, kendimizin sınırlı ve sorumlu olduğumuzu kabul etmektir.
Dua ederek kalbimi ona açtım. Çaresizliğimi, yalnızlığımı anlattım. Çevremden gelecek her türlü şartlanmalara engel olmak için büyük bir mücadele verdim. Sonunda iç sesimi dinledim. Çünkü onun her zaman doğruyu söylediğine inanıyordum artık.
Bu düşünce, onun öngördüğü yaşam felsefesini öğrenme konusundaki hedefime ulaşmamı kolaylaştırdı.
Duanın gücüne inanır ve onun gücünü üzerinizde hissederseniz, sonsuz bir varlıkla ilişki kurduğunuzu da fark edersiniz. Bilincimizin ve zihnimizin olgunluğa erişebilmesi için güzel bir yöntemdir.
Bilincimizde kaydedilmiş bilgi, zihnimizdeyse doldurulmuş bilgi vardır. İşe yarar bilgiyi, zihnimizdeki ıvır zıvır bilgiden ayıklayıp yön vererek, içsel enerjimizi iyi bir niyet haline dönüştürebiliriz.
Dua insanı olumlu yönde değiştirir. Böylelikle bir süre sonra sarf ettiğimiz sözler, kendi özümüz olarak yeniden doğar. Eğer alışkanlık haline gelirse karakterimiz yeniden şekillenebilir.
Düşünceler zihnimizde birikir. Zihnimiz, pek çok insanın aynı anda konuşmasıyla, anlaşılmaz düşüncelerle dolan bir oda gibiyken, dua işte bu anda devreye girer ve düşüncelere yön verir. Dolayısıyla zihnimizin gereksiz düşüncelerden arınmasını sağlar.
Duanın işe yarayıp yaramadığını anlamak için, duadan sonra, özellikle ne hissettiğinizi düşünün. Bu çok önemlidir. Yaşayan biri olarak söyleyebilirim ki, sanki sizi dinliyor ve cevap veriyor gibi hissedersiniz. Üstelik duanın etkileri hayal değildir. Bir yükselişin göstergesidir. Çaresizliğin ve beceriksizliğin sonucu değil, aksine inançlı ve güçlü bir iradenin sonucudur. Yapılması gerekeni yapmış, çabalamış ve yapılmayanı bulmuş, en güçlü olanı keşfetmiş ve ona yönelmiştir.
Yürekten, derinlerden gelen bir yakarış sizi kurtaracaktır. Bundan asla şüpheniz olmasın.

“Genelde insanların çoğu dualarının kabul olmadığına inanır, Küçük Kız.”
“Ben böyle bir şey düşünceye kapılmadım.”
“Çünkü hayatında gerçekleşen gelişmeler sana dualarının kabulü konusunda cesaret verdi. İnanan, umutla bağlanan insanın, yaşamla ilişkisinin kopmadığını fark ettin, Küçük Kız.”
“Evet, zorluklar karşısında umutsuzluğa düşmezse, hayat onu tekrar kucaklayıp bağrına basıyor, Kırmızı Kurdele.”
“Bütün kötü olayların insanda açtığı yaralar zamanla kabuk bağlar ve acıları hafifler Küçük Kız.”
“Benim acılarım da hafifledi.”
“Çünkü sevgi, sabır, hoşgörü, affetme gibi evrensel değerleri öğrendin, Küçük Kız.”
“İnsana insan olmayı bu değerler öğretiyor, değil mi?”
“Bu senin için muhteşem bir kaynaktı ve bir öğreti olarak karşında duruyordu.”
“Kendimi kabullendim. Sözlerimle kendimi ifade edebildim. Kaygıyı kalbimden ve zihnimden uzaklaştırdım. Sorumluluğumun farkına vardım. Özümü keşfetmem düşünce ve davranışlarıma yansıdı. Daha üretken oldum ve dolayısıyla daha mutluyum Kırmızı Kurdele.”
“Senin açından benliğini derinden etkileyen özelliklerle doluydu, Küçük Kız.”
“Ah! Evet, Kırmızı Kurdele, yaşadığım içsel aydınlanma beni değiştirdi, olgunlaştırdı. 

Yaşadığım olaylar karşısında tutumumu değişmesine neden oldu. Zayıf ve güçlü yanlarımı keşfettim. Böylece acı çekmek, suçluluk hissiyle yaşamak yerine sevinç içinde kendi özümde var olan sevgi ve akıl güçlerimi geliştirerek daha dayanıklı bir insan olmayı öğrendim. Bunu yaparken karşımda beni korkunç bir şekilde cezalandıracak bir varlık olduğunu düşünseydim asla kendimi onun kollarına bırakamazdım. Oysa sınırsız merhamet düşüncesiyle beni affedecek bir varlık olduğunu düşündüm.”

...

“Her şeyi sevgiden ve sevgiyle yaratan, yarattığı her şeyi sonsuz merhametiyle kuşatan, kucaklayan,
sonsuz hayatın sahibi, yaşamın kaynağı.
Bütün varlıkları; yeri, göğü, her şeyi dengede tutan.
Her şeyin farkında olan,
Benim için kim aracılık yapabilir,
Beni affetmen için benden başka kim yalvarabilir.
Yaptıklarımı ve yapacaklarımı biliyorsun.
İlminden ancak istediğin kadarını bilebilirim.
Bu gücü bana verecek olan sensin.
Sen kutsalsın, her türlü kötü özelliklerden arınmışsın.
Barış ve esenliğin kaynağısın, güvenlik verensin.
Yaratan ve yoktan var edensin.
En güzel sözlerle kendini ifade edensin,
Yarattığın her şey seni yüceltirken,
adını dilimden düşürmeme izin verme.
Yüksek iradesiyle karar veren ve sonsuz bilgi sahibisin.
Senin gücün her şeye yeter.
Ben ise, kalbimdeki ve beynimdeki düşüncelerimi, yaptıklarımı ve yapacaklarımı bilmiyormuşsun gibi davrandım.
Seni duyduğum halde duymuyormuş gibi, gördüğüm halde görmüyormuş gibi davrandım.
Kalbimin her atışında varlığını hissettiğim halde bilmezlikten geldim.
Ben kendi kendime eziyet ettim.
Sana sesleniyorum, sesimi duy, senden yardım istiyorum.
Beni merhametinle kucakla.
Acizliğimi kudretinle kuşat.
Bilgisizliğimi bilginle çoğalt.
İçimdeki öfkeyi şefkatinle yok et.
Sen, bütün canlılara merhamet edensin, bana da merhamet et.
Bildiğim, gördüğüm, duyduğum en güzel olansın. Güzelliğini yüreğimden eksik etme.
Gözlerimi çevirdiğim her yöne, gerçeği bilmekten doğan aydınlığınla bakmayı öğret.
Gördüğüm her şeyi, merhametinle yargılamayı bana da öğret.
Yarattığın her şeyi, senin gözlerinle görmeyi, senin gibi sevmeyi öğret.
Senin kaleminden yazmayı, senin dilinden konuşmayı öğret.
Senin affettiğin gibi, bana da affetmeyi öğret.
Sonsuz rahmetinle yarattığın insanlar arasında, kulağın, gözün, dilin olmayı bana da armağan et.
Dostum, sırdaşım, en mükemmel sevgili, beni duyduğunu biliyorum.
Ey yüce varlık, yüksek ahlak sahibi, nimeti bol olan, her sözü duyan, her şeyi gören,
Ruhumun huzur bulması, sana ulaşabilmesi için,
sabırla beklemekten başka çare yok.
Seni anmak, hatırlamak ve sevmekten başka çare yok.
İmanımdan başka çare yok. Umudumdan başka çare yok.
Bana öğrettiğin, en güzel sözlerini söylemekten başka çare yok.

...

Kelimeler güçlüdür; onlar gizli bir geçidin kapısı gibidirler. Bu güç içlerinde barındırdığı derin anlamlarında yatar. Her kelime niyet ve bilgi içerir. Farkında olma düzeyinin diğer bir farkında olma düzeyiyle haberleşmesini sağlarlar.

***

“...affetmek özgürleşmek demektir!”

Düşünce, varlıklar içinde sadece insana verilmiştir. Savunmasını ve mücadelesini onunla yapar. Hatta iyiyle kötüyü yine onunla ayırt eder. Olayları yaşarken sebep sonuç arasında bağ kurar. İnsan düşünerek farklı düşünceler arasından yolunu bulmaya çalışır. Bu, insan için ayırt edici bir özelliktir. Ancak özgür bir insan bağımsızca düşünebilir ve düşüncelerini yaşamına aktarabilir. Düşüncelerimiz her zaman iç sesimizle uyum içinde olmalı. Eğer bu uyum olmazsa şeytan, her zaman kuytuda bekleyen hırsız gibi hayatımızı çalar.
Düşünmek, aynı zamanda ahlaki hayatın da temelidir. Sözcüklerle ifade etmek gerekirse; davranışların iyi, doğru, güzel olmasıdır. Her zaman güler yüzlü ve alçak gönüllü olmaktır. Kavgadan, kıskançlıktan uzak durmaktır. Sevilmeyen davranışlar olursa görmemezlikten gelmek, insanların kusurlarını yüzüne vurmamaktır. Sır saklamaktır. Kimseyi kötülemeden, kimseyi kınamadan, kimsenin gizli-saklısını öğrenmeye çalışmadan yaşamaktır. Güzel konuşmaktır. İyi dinlemektir. Anlamaya çalışmaktır. Öfkelenmeden ve bağırmadan cevap vermektir. Derin düşünmekten korkmamak ve aklın varlığına güvenmektir.

“Büyük düşünür Arabî; “Akıl sahibini faziletlere götürür. Çünkü o, sahibini gereksiz şeylerden alıkoyar.” demiş, ne doğru söz değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Evet, Küçük Kız. Ama aklın sınırını genişletmek bilgiyle; yani aydınlığın ışığının insanı sarmasıyla mümkündür. O çok sevdiğin felsefenin de özü akıldır, Küçük Kız.”
“Aklın iyiliği ve kötülüğü kavrayıp ikisinden birini seçme özgürlüğü var mı?”
“Elbette var, bu da onu yaptığı seçiminde sorumlu yapar. İstediğini seçer ve bedelini öder. Aklını kullanması için insana göz, kulak ve vicdan verilmiş. Hüküm veren akıldır. Görerek, duyarak ve adaletle karar vererek. İnsan aklını kullanmadığı sürece değerini, yani insanlığını kaybeder, Küçük Kız.”
“Oysa insanın en güzel şeklide yarattığını söylemiştir yaratıcı. Peki, bu mükemmel yaradılışı bozan kim ya da nedir?”
“Basiretsizlik Küçük Kız.”
“Basiret nedir, Kırmızı Kurdele?”
“Kalp gözüyle görmektir, kalbinin sesini duymaktır, Küçük Kız.”
“Bu söylediğin ilahi gücün yol göstermesi, yarattığı şeylerin tabiatını belirleyip onu hedefine yönlendirmesi değil mi?”
“Bu yöneliş için her zaman, her insana doğru yolu seçmek için mutlaka imkânlar sunar Küçük Kız.”
“İnsanı basiretinin bağlanması, kendi tutum ve davranışları, bencil duyguları, ön yargıları, aşırı düşkünlük ve tutkuları, inatlaşması değil mi?”
“İşte bu duygular seni de cahilce, gurur ve kibir duygusuyla inatlaşarak, benliğini inkâra yönelten bir çıkmaza sürükledi, Küçük Kız.”
“Biliyorum, elbette insanın hayatı pürüzsüz ve engelsiz değil.”
“Senin için en büyük engel, içindeki kendinle ilgili olumsuz duygu ve düşüncelerdi Küçük Kız.”
“Kilitlenmiş bir akılla, özgür düşünceden yoksunken kendim hakkında nasıl doğru karar verebilecektim ki?”
“Haklısın, olayların arka planını kavrayabilme ancak hür bir iradeyle olabilirdi.”
“Bu iradeyi yok saymak, toplumun hep yaptığı bir şey değil mi? Davranışlarımı değerlendirerek, benim hakkımda benim irademden yüksekte bir irade olduğunu zanneden otorite; anne, baba, komşular, akrabalar, arkadaşlar, benim hakkımda nasıl karar verebilirler? Herkesin yaptığını yapmak zorunda mıyım? Benim mutluluğumun hiç mi önemi yok?  Beni engellemeye ne hakları vardı? Bir gün babamın, “Eğer engellenmeseydin çok şey yapardın demesi artık bana ne kazandırabilir ki? Bunu söylerken kocamın bana koyduğu engellemeleri düşündüğünü biliyorum.  Peki, kendi koyduğu engellemeleri hatırlıyor mu acaba?”
“Geçmişe takılı kalırsan geleceğini inşa edemezsin Küçük Kız.”
“Biliyorum, geçmiş kaybedilen zaman, gelecek de hayalden ibaretmiş, her şey şimdide gerçekleşiyormuş.”
“Yaratıcı, insana hayat şartları hazırlar.”
“İnsan, bu şartları ne kadar kullanabilir ki?”
“Tabii ki birikimiyle Küçük Kız.”
“Balığa engin bir deniz vermişler, o karada yaşamak istemiş. Yaşayacak ve görecek elbette.”
“Sende de biraz öyle oldu Küçük Kız.”
“Yaptığımız işler güzel olursa hayatımız da güzel olur değil mi?”
“Her şeyi yaşamın iradesine bırak ve çalışmaya devam et.”

...

Benim inancım yaratıcının bir ve bütün olduğudur. Kalbimin inandığını dille söylemektir. Dille söylediğimi ise uygulamaktır.

“Ona dayatılan bilgiler sonucunda inanmak istemedim.”
“Zaten öyle bir inanç çok uzun sürmezdi Küçük Kız.”
“Ben aklımı ikna ve kalbimi tatmin ederek ona yaklaştım.”
“Bunun temelinde akıl, irade ve özgür bir ruh vardır, Küçük Kız.”
“Yaratıcı herkesi özgür ve tek yaratmıştır.”
“Özgürlük insanın sahip olacağı en güzel şeydir Küçük Kız.”
“Akıl, inancını ilim ve araştırmayla gerçekleştirmeli. Asla zorlama olmamalı, ömür boyu sürmeli; bu da ancak gönüllülük esasına dayanır.”
“Öğrenme duygusal bir süreçtir. Beşikten mezara kadar sürer, Küçük Kız.”
“Kendimi bir beden mi yoksa daha önemli bir şey mi olduğunu düşündüm hep, hiçbir şey olmama ihtimali de vardı tabii.”
“Onun için dünya hayatı seni olmadığın bir şey olduğuna inandırmaya çalıştı, Küçük Kız.”
“Evet, bunu yapmaktan da yorulmadı, bıkmadı.”
“Sen hisseden, düşünen, bedeni hareket eden bir varlıksın.”
“Ah! ‘Ben kimim?’ sorusuna bir cevap bulabilsem.”
“Kendinin bu ya da şu olduğunu görmeye çalışmaktan artık vazgeç Küçük Kız.”
“Peki, her şeyin kaynağı ben miyim?”
“Kaynak, içindeki var olma arzusudur Küçük Kız.”
“Öyleyse hala ne arıyorum.”
“İçinde üstün bir insan arıyorsun.”
“Hayır, yanılıyorsun, ben sadece kendimi arıyorum.”
“Ama tutkulu bir insan arıyorsun.”
“Peki, neden bulamıyorum?”
“Dikkatsizliğin yüzünden onu göremiyorsun.”
“Ne olduğumu bulursam belki…”
“Küçük Kız, lütfen kendini tarif etmekten vazgeç. Bırak yaşamın zihninle birlikte akıp gitsin.”
“Anılarım beni rahat bırakmıyor.”
“O anılarım dediğinden vazgeç ve geleceği yaratmak için yüreğinde samimi bir istek duy.”
“Sence samimi değil miyim?”
“Bence hedefinle gittiğin yol farklı olmamalı. Davranışların inancına ihanet etmemeli.”
“Ben en büyük ihaneti sana yaptım Kırmızı Kurdele.”
“Ben seni affediyorum. Sen de kendini affet, olur mu Küçük Kız.”


Affetmek oldukça zengin felsefi bir düşüncedir. Ama üzüldüğümüzde, kendimizi değersiz hissettiğimizde affetmek zordur. Kalp kırıklığı öfkeye dönüştüğünde korkarım hiçbir ilişki için kurtuluş yoktur.

“Affetmek özgürleşmek demektir. Yıllarca hiç geçmeyeceğini düşündüğün acılardan kurtulmaktır, Küçük Kız.”
“Ne güzel bir düşünce, değil mi?”
“Biliyor musun, affetmeyi öğrendiğinde seni pozitif bir enerji sarar. Bu enerji diğer pozitif enerji sahibi insanları sana doğru çeker, Küçük Kız.”
“Savunma mekanizması gereği insan, genellikle affedeceğim bir şey yok diyor.”
“İyi düşün Küçük Kız, gerçekten affedecek bir şey yok mu?”

Yaşadığımız kırgınlıkları, fark etmemiş, unutmuş, hatta umursamaz gibi görünsek de, bilinçaltımıza işlemiş ve bize doyumu eksik olan bir hayat yaşatıyor olabilir. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu affetmektir. Kendimizi ve herkesi…
Affetme sürecinde sadece kendi acılarımızın farkındayızdır. Ancak diğer insanın acılarının farkında değilizdir. Aslında o da en az bizim kadar kurbandır. Bunu kavramak inanılmaz bir özeleştiri yöntemidir. Bunu başardığımızda her şey yoluna girer. Çünkü içinizde öfke kalmaz. Kendinizi ve herkesi özgür bırakırsınız. Yani affetmek hayata yeniden merhaba demektir. Affetmek yeni aşkları çağırmaktır. Aşk ise bütün ihtişamıyla kaleminizin ucunda yazılmayı bekler. Aşkı yazmak, onu sevdaya çevirmektir.

“İnançtaki yanlışlık, düşüncede yanlışlığa, düşüncede yanlışlık ise insanı yanlış davranışa itiyor. Bunun farkındayım artık. İnsan içindeki yanlış inançtan nasıl kurtulur, Kırmızı Kurdele?”
“İçinde var olan bilgiyi harekete geçirerek.”
“İyi de nasıl olacak bu?”
“Bunun için itici bir güç gerekiyor. Yaşadıkların itici güç olabilir, Küçük Kız.”
“Yaşamımıza bu güç yön veriyor değil mi?”
“Tekâmül dediğimiz muhteşem işleyiş, sadece değişim ve gelişimden ibarettir.”
“Buna göre anlıyorum ki insan, eğitilebilen, değişebilen bir varlıktır, öyle değil mi Kırmızı Kurdele?”
“İnsanın, aslına uygun olarak, sosyal çevresinin egemenliği altına girmeden, sahip olduğu kendi potansiyeliyle yaşaması gerekiyor, Küçük Kız. Görünüşünün altında var olan içgüdülerin, zihinsel kapasiten, duyguların, düşüncelerin, isteklerin fark edilmeyi bekliyor. Kendini fark et. Neler yapabileceğini fark et. Kim olduğunu fark et.”

...

Lise ikinci sınıfta fen bilgisi öğretmenimden bu bölümüne geçmek için not istedim. O da beni kırmayacağını, istediğim notu vereceğini söyledi. “Ama” diyerek ekledi, “Sen edebiyat okumalısın.”
Ben de ona “Herkes fen okumak isterken, ben neden edebiyat okuyayım.” dedim. Öğretmenim, “Fen bölümünün sonuncusu olmaktansa edebiyat bölümünün birincisi olmak daha iyi değil mi?” diye sordu.

“Ah! Kırmızı Kurdele, öğretmenim beni birinciliğe layık görmüş.”
“Evet, Küçük Kız, birinci olabilirdin.”
“Onun ne söylemek istediğini anlayamadım.”
“Senin gibi güvensiz biri için, bu çok zordu Küçük Kız.”
“Bunu çok okuyarak yenmeye çalıştım.”
“Hatta yazarak öyle değil mi Küçük Kız?”


Sözler bazen sessiz, bazen cılız, bazen gür çıkar. Fakat her zaman sözün bittiği bir yer vardır. İşte o zaman yapılacak en doğru şey yazmaktır. Yazılan her kelime okuyucunun kendi karanlığının derinliğine sesleniştir.
Yüreğinin derinliklerine inip, iç hesaplaşma yapmak, bu hesaplaşmayı yazıya dökmek çok zor bir serüvendi.
Ağladım bazen, yüreğimden gelen sese kulak verirken. O ses “Yaz” dedi, “Yaz, her şeyi yaz. Duyduklarını, gördüklerini, hissettiklerini, düşündüklerini, yaz ki duysun herkes çığlığını.”
Yazmayı bilmek belki bir tanrı vergisidir. Belki çok çalışmak, belki de kelimelerle oynanan oyundur. Hem de tek başına oynar bu oyunu yazan insan. Kendi yüreğine sorar binlerce soruyu, yine kendi bulur cevabını. Dökülür kelimeler haykırırcasına kaleminin ucundan; çığlık gibi... Meydan okur herkese, özgürlüğünün ve cesaretinin tadını çıkararak.
Yıllar önce okuduğum bir kitaptan şöyle bir not almışım defterime: “Kâğıt ve kalem kurtuluşun olacak. Sözlerini yaz. Çünkü onları anımsamanın yolu budur. Yaz! Varlığının dağılmış kalıntılarını bir araya toplayabileceğin tek yoldur.”*
Biliyorum, gerçekten çok zor. Korkmadığımı söylersem yalan olur. Elim titrese de çoğu kez, yazacağım.
Parçalara ayrılıp, savrulmuş varlığımı bir araya getirip, kaybolmuş benliğime yeniden kavuşmanın en doğru yolunu artık buldum. Yüreğimden gelen sese kulak verip, ben de varım diyeceğim bu serüvende…
Biliyorum ki bu zorlu yolda yalnız değilim, hem kendi içime, hem diğer insanlara...
Evet, bir çığlıktır yazmak. Bilmem sesimi duyurabildim mi? Yeterince gür çıktı mı? Yoksa rüzgârın sesine karışıp yok mu oldu?

“Hayır, Küçük Kız.”
“Sen duydun ya, yeter bana. İlk aşkım benim, Kırmızı Kurdele’m.”
“İnsan, sesini önce kendisi duymalı, Küçük Kız. Çünkü varlığını oluşturan öz benliği o kadar çok derinlerdedir ki.”

***

“...yaşama sarıl, göreceksin her şey düzelecek!”

Yaşım kırkı çoktan geçmişti ama içimdeki üniversiteyi okuma arzum geçmemişti. Düşündüm, hem de derin derin buna neyin engel olduğunu; hiçbir değeri olmayan düşüncelerden başka bir şey olmadığını gördüm.
Babam evlenmek için seçtiğim erkekleri onaylamamıştı. O zamanlar çok kızmıştım ama şimdi haklı olduğunu görüyorum. Çünkü o da göğsüme takılan Kırmızı Kurdele’yi sevmişti. Ona onay vermişti. Okumamı hep destekledi.
Yıllar sonra yaşı geçkin bir kadın olarak üniversite sınavlarına girmek istediğim de, eşim beni, boşanmakla tehdit etti. “Okursan boşanırım senden.” dedi.
Babamın boşanmaya karşı olduğunu bildiğinden, bu tehdidinin işe yarayacağını düşündü sanırım. Fakat babamın “Boşarsa boşasın.” sözünün ardından hayal kırıklığına uğradı.
Sınavları kazandım ve ilk harç paramı da babam verdi.
Diplomayı aldığım zaman eşim alaycı bir sesle, “Şimdi ne yapacaksın onu?” diye sordu. “Bu yaştan sonra ne işe yarayacak ki.” diye de ekledi.
Ben de “Çerçeveletip duvara asacağım. Sonra da karşısına geçip kahve içeceğim ve başarımı kutlayacağım.” dedim.

“Ah! Kırmızı Kurdele, o gün ne kadar mutluydum biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum Küçük Kız.”
“Bunu yıllar önce yapmalıydım demekten kendimi alamıyorum.”
“Hayatın daha farklı olurdu Küçük Kız.”
“Biliyorum, işte bu yüzden üzülüyorum ya.”
“İnsan pişmanlığı bir kolye gibi boynunda uzun süre taşırsa, bir gün taşınamayacak kadar ağırlaştığını fark eder, Küçük Kız.”
“O ağırlığın altında eziliyorum, Kırmızı Kurdele.”
“Üzülme Küçük Kız. Yaşadıkların bugün seni sen yapan şeyler. O yaşadıkların olmasa bugün bu yazdıkların da olmazdı.”
“Eğitilmemiş benliğim beni oyaladı, kandırdı.”
“Evet, ama o eğitilebilen bir şey Küçük Kız.”
“En büyük, en çetin mücadele değil mi?
“Evet, Küçük Kız. Onu yenmenin en iyi ve kolay yolu okumaktır. Çok oku, daima oku, aşkla oku.”

...

Kocam “Kitaplarını benden çok seviyorsun.” diye sitem ederdi. Galiba haklıydı. Kitaplarımı herkesten, her şeyden çok sevdim. Bir kitabı elime aldığım zaman, içimde duyduğum coşkuyu hiçbir insanla yaşamadım. Farkında olmadan aşkı satırların arasında aramışım.
Kitaplarım beni tedirgin etmeyen, bana güven veren tek şeydi. Onları elime almadığım zaman susarlar, sayfaları karıştırmaya başladığım zaman, söylemek istediklerini açık-seçik söylerlerdi. Onlar beni mutlu etti hep, eğlendirdi. Sözcükler cümlelere dönüşerek, kendilerine özgü bir ışıltıyla dünyamı aydınlattılar.
Kitaplarım, engellenmişliğin acısını çekmemi, kırgın, küskün bir şekilde bir köşeye çekilmemi engelledi. Geleneklere ve kurallara sıkı sıkıya bağlı olmama rağmen ufkumu genişlettiler.
İnsan beyni okuyarak beslenir. Okuyan insanın farklı bir bakış açısı vardır. Yeter ki okumayı gerçekten, gönülden istesin.
İtiraf etmeliyim ki okumak çok kolay bir şey değil. Sabır ister, kararlılık ister, adanmışlık ister.
Sanırım bu satırları okuyan siz, yüzlerce sayfalık kitapları gözlerinizin önüne getirdiniz. Yüzünüzün ne hale geldiğini merak ediyorum. Belki de hiç zamanınız olmamıştır. Hep öyle derler ya!
Ben okumaktan korkan insanlar biliyorum. Eline bir kitap alınca dizleri titrer, kafaları karışır, karınları ağrır.
Zihni o kadar boş şeyleri düşünmekle meşguldür ki, cehennemde yaşamaya o kadar alışmıştır ki, cennetin anahtarının o satırlar arasında olduğunu fark etmez.
Oysa okumak bir arayıştır. İnsanın hakikati arayıp bulma arzusudur. Ruhu yüceltir. Zirveye çıkartır. Oradan melekler gibi kanatlandırıp uçurtur.
Ne güzel olurdu değil mi?
Bir melek olsanız, kanatlarınızda bilgi taşısanız ve insanlara armağan etseniz, sadece adından bahsetmek bile insanın hayal gücünü nasıl da genişletiyor.
“Evet, Küçük kız, dediğin doğru.”
Okumak algılarımızı değiştirir. Düşüncelerimizi düzenler. Karar vermemizi kolaylaştırır.
Okumak, yazanı anlamamızı ve tanımamızı da sağlar.
Elinizdeki kitabı kim ve neden yazdı?
Bu soru gözlerinizin önünden akıp giden kelimeleri daha iyi anlamak için müthiş bir çaba, heyecan ve merak gerektirir.
Elinizdeki kitap herhangi bir kitap olabilir. Ön kapağının üstünde bazen irice bazen de küçük puntolarla kitabı yazanın adı vardır.
Peki! Elinizdeki kitabın yazarı her şeyi yaratan, yoktan var eden, hatta sizi bile yarattığını söyleyen yüce bir varlık ise ne olacak? Bunun yazarını merak etmez misiniz? Doğrusu ben çok merak ettim. Her kelimesini düşünerek, anlamaya çalışarak okudum. Anladınız değil mi? Kur’an’dan bahsediyorum. Bu okuma tutkum, beni, onu da okumayı öğrenmeye kadar götürdü sonunda.
Kelimeler arasında gezindikçe aslında elimdeki kitabın varoluş destanının içinde yer aldığı kâinat kitabı olduğunu fark ettim. O’nun istediği ve “Ol.” diyerek oldurduğu varoluş destanı... Bu destan benim için bir yol gösterici, bir ışık kaynağı oldu.

“Allah’ı neden aradın Küçük Kız?”
“Kalbimin derinliklerinden gelen ses onu bulmamı söyledi.”
“Peki! Onu bulunca ne oldu Küçük Kız?”
“Kendimi buldum.”
“Onu bulmakta zorlandın mı?”
“Hayır, söylediği gibi bana şah damarımdan bile daha yakındı.”

...

Yeryüzünde bir gölge gibi dolaşırken, bir yol göstericinin karşısında buldum kendimi. En nazik ve şefkatli haliyle bana ne kadar çok sevindiğini söyledi. Bana özgürlüğümü vereceğini söyledi. Ona inandım. İnanmak istedim. Çünkü çok yorulmuştum. Gözlerimdeki ışığın yavaş yavaş söndüğünü görebiliyordum. Ruhumun karanlığın içine çekildiğini bile fark ediyordum. Oyun bitiyordu ve sahneden inmek üzeredeydim. Son kez seyircilere selam verip veda etmeyi düşünürken, perdeyi aralayıp bana gülümsediğini gördüm.
“Pes mi ediyorsun? Sana verdiğim en değerli şeyi terk mi ediyorsun?” diye sordu.
Onun gülümseyen yüzünü görünce “Ne yapabilirim ki?” dedim.
O da “Pes etme, yaşama sarıl, göreceksin her şey düzelecek.” dedi.
Hiç bitmeyecek ışığıyla kucakladığı ruhum, her nefes alışımda iyi ki varsın dedirten dostluğuna şükrederken, yalnız olmadığını biliyordu artık. O’nun emirleri cennete giden dilek taşlarıdır. Sanki her taşın altında bir bulmaca saklı.
                              
***

“...İnsanlar konuşarak anlaşır!”

Bu bulmacayı çözmeye çalışırken, saçlarına aklar dolmuş, çok sabırlı, sevgi dolu bir adam bana yardım etti. O da okumayı, yazmayı çok seviyordu. O da ilahi güce inanıyordu. Bir gün ona şöyle dedim.
“Bu kitabı yazarken sanki görünmez bir el elimin üstünde bana yardım ediyor.” Güldü. Bu gülüşünün ardından ‘O’nun yardımı olmadan böyle yazabileceğini mi zannediyorsun?” diye sordu.
O, sessizliğimin arkasındaki ‘Ben’i’ merak etti. Gün ışığıyla buluşturdu. İpini içinde bulunduğum derin kuyuya saldı. Beni, yorgun kollarıyla, içinden gelen derin inancıyla çekip çıkardı.
Işığın, karanlıktan kör olmuş gözlerimi kamaştırmamasını, önünde perde olarak engelledi. Korkumu, sabrını kalkan ederek, içimde sindirip yok etti. Hoşgörüsüyle kucakladı. Bilgisini, en ufacık kibir ve kıskançlık göstermeden paylaştı.
Emek verdiği yıllarını altın tepside sunarak şöyle dedi: “Ben vermekten korkmuyorum. Sen de almaktan korkmuyorsan, hepsini vermeye hazırım. Bu kadar bilgiyi mezara götüreceğim de ne olacak? Bedenimle beraber onlar da çürüyüp gidecek. Çürümesin, başka zihinlerde, başka yüreklerde filizlenip yeniden doğsun!”
Kararlılığı, Tanrı Odin gibi, elinde taşıdığı mızrağı oluvermiş, korumacılığı diğer elindeki kalkanı. Aklı ve düşünceleri omuzlarına konmuş kuzgunlar gibi, düşüncelerime, hayallerime cesaret verdi, umuduma umut kattı.

“Ah! Kırmızı Kurdele, bu yaşadıklarımdan sonra dualarım kabul oldu mu dersin?”
“Umudunu yitirme Küçük Kız.”

Her insan, yaşamında zor durumlarla karşılaşır. Karar vermek ve harekete geçmek için yönlendirilmeye ihtiyaç duyar. Böyle durumlarda sizin de karşınıza bir insan çıkabilir. Bilgisini ve enerjisini sizi yönlendirmek için kullanabilir. Onun yüzüne baktığınızda, onunla konuştuğunuzda, hayallerinizi anlattığınızda, bıkmadan usanmadan sizi dinlediğinde;  içinizdeki öfkeyi sevgiye dönüştürdüğünde, içinizde sıkışıp kalmış sözcüklerin nasıl sihirli sözcüklere dönüşebileceğini anlattığında, hayata bakışınızı değiştirdiğinde, ardına bakmadan geçip giden yılların, nasıl bir romana dönüşebileceğini gösterdiğinde ve onun gibi bir öğretmene sahip olduğunuz için mutlu olursunuz; hem de çok mutlu…


Zaman içinde fark ettim ki hayvanlarla daha iyi anlaşıyorum. Onları çok sevdim. Onlar sözcüklerle konuşmuyorlar. Kendilerini ifade etmeleri çıkardıkları seslerle sınırlı!
Fakat davranışları sanki her şeyi anlatıyor. Pek çok insanın bunu bildiğini sanmıyorum. Bunu öğrenebilmek için hayvanlarla yakın temas kurmak, aynı yerde yaşamak, onların da yaşama haklarının olduğunu bilmek ve yardım etmek gerekir.
Bazen düşünüyorum da galiba hayvanlar insanlardan daha güvenilir ve daha samimi oluyorlar. Yalan söylemiyorlar. Kibirli değiller.
Biber adında bir köpeğim vardı. Onunla boğuşurken elimi dişlerinin arasına koyar, çenesini tutardım. İsteseydi her an elimi parçalayabilirdi ama yapmadı. Neden yapmadı? Çünkü beni seviyordu. Biliyordu ben de onu seviyordum. Ağladığım zaman yanıma sokulur o da ağlardı. Gözlerini gözlerime diker öylece bakardı. Hissederdim, beni anlıyordu. Üzgün olduğumu fark ediyordu.
Keşke insanlarda böyle olabilse gözlerinize baktıklarında üzgün olduğunuzu anlayabilseler!

***

“...en kutsal şey yaşamdır.”

Hayatta en önemli şey nelere değer verdiğimizdir; ona göre duyar, görür ve hissederiz, dolayısıyla ona göre yaşarız. En kutsal şey yaşamdır; yaşamaktır. Ama ne yazık ki çok kısadır. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider.

İşte size çok seveceğinizi düşündüğüm bir kıssadan hisse hikâyesi anlatacağım;
Bir zamanlar çok uzak bir diyarda bütün duyguların bir arada yaşadığı bir yer varmış. Bir gün yaşadıkları yerin yok olacağını fark eden mutluluk, üzüntü, zenginlik, kibir, bilgi ve aşk çareyi oradan kaçmakta bulmuş. Bunun üzerine kaçabilecekleri araçlar yapıp kendilerini kurtarabileceklerini düşünmüşler. Aşk melankolik bir şekilde, kimin kalbine yerleşsem ki diye düşünürken zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamamış. O yok oluş günü geldiğinde kendini kurtaracak aracı yapmadığını fark eden Aşk, diğerlerinin aracına binip kurtulabileceğini düşünmüş ve onlardan yardım istemiş.
Zenginlik büyük bir gemiyle gidecekken yanına gelmiş ve “Beni de yanına alır ısın?” diye sormuş. Zenginlik, “Hayır, alamam, her yer altınla dolu sana hiç yer yok.” demiş.
Kibir’in yanına yanaşmış, “Lütfen bana yardım eder misin?” deyince, Kibir, sen hayal âleminde yaşıyorsun. Senin olduğun yerde hep gözyaşı var. Kurtulacağım derken senin yüzünden ölürüm.” demiş.
Soluğu Üzüntü’nün yanında alan aşk, ondan da yardım istemiş. “Biz seninle kardeş gibiyiz Üzüntü, beni de yanına al.” deyince Üzüntü, çok üzgünüm, seninle uğraşacak gücüm yok, yardım edemem.” demiş.
Hayal kırıklığına uğramış halde dolanıp dururken, Mutlulukla karşılaşmış. Tam ona seslenecekmiş ki, hoplaya zıplaya yanından geçip gidivermiş. Bir zamanlar ne güzel arkadaştık. Beni fark etmedi bile, şimdi ben ne yapacağım, ölüm her an gelebilir. Ona teslim olmaktan başka çarem kalmadı derken, Bilgi’nin gülen yüzüyle karşı karşıya gelmiş. “Neden bu kadar kederlisin Aşk?” diye sorunca, arkadaşlarının davranışını anlatmış. Bilgi, “Boş ver onları ben seni yanıma alırım.” demiş.
Aşk ne kadar şanslı olduğunu düşünerek onun aracına binmiş ve kurtulacağı için çok sevinmiş. Fakat bir süre sonra Bilgi’nin aracında yalnız olmadıklarını fark etmiş. Kendilerinden biraz uzakta, sessiz sedasız birinin oturduğunu fark etmiş. Bilgi’ye dönüp “Birini daha almışsın yanına, kim bu?” diye sormuş
“Onun adı Zaman’dır.” demiş Bilgi.
“Onu daha önce hiç görmedim. Bizim diyarda mı yaşıyordu.” diye sormuş Aşk.
Bilgi, “Onu kimse görmez, ancak geçip gittikten sonra fark edilir.” demiş.
Bir süre sonra yaşayacakları yeni yere geldiklerinde araçtan inip-inmemekte kararsız kalan Aşk, endişeyle yeni yerin nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışırken, Zaman’ın elini uzatıp, “İnmene yardım edeyim Aşk?” diye seslenmesiyle düşüncelerinden uzaklaşmış. Zamanın elini tutarak inmiş araçtan. Tam teşekkür edecekmiş ki, Zaman’ın kuş gibi uçup gittiğini görmüş.
Bilgi’ye dönüp, “Onu bir daha görebilecek miyim acaba? Neden bu kadar acele etti ki?” diye sormuş.
Bilgi, “Zaman’ın görevi çoktur. O, insanlara gerçekleri gösterir. Onun için acele eder, herkese yetişebilmek için.” der.

Zaman ileriye doğru akıp gider. Ona yetişebilmenin tek yolu, o hayata hükmederken, hayatın içinde, yaşadıklarımızdan daha fazla şeyler olduğunu düşünmektir. Yaşamak denilen kutsal kavramın onunla yarış halinde olduğunu anlamaktır.
Yarışı kim kazanır bilmem ama bu yarışa; ‘Acaba’lar ve ‘Keşke’lerle, değil kazanmak, dâhil olmamız bile mümkün görünmüyor.

...

Her şey, bir bakış açısıdır; nereden ve nasıl baktığınıza bağlıdır…
Her şey sevgiden ve sevgiyle yaratılmıştır ve aslına geri dönecektir; yani gerçeğe.
 Döneceğiniz günü beklemeyin. Daha çok uzun zaman olabilir. En iyisi siz ona doğru koşun...


SON