KIRMIZI KURDELE
Tür
Anı Roman
Yazar
HÜLYA GÜLAY
ISBN
978-605-67425-0-7
İletişim
Yayınlanan link
“İnsanın en büyük zenginliği sahip olduğu
dostlarıymış;
meğer ne kadar zenginmişim...”
Tanrı
insanı yarattığında,
Çok
umutluydu.
İnsan,
umuduna gölge düşürdü.
Şair
Tagor şöyle söylemiş;
“Yeni
doğan her çocuk,
Tanrı’nın
insanlardan umudunu
kesmediğini
gösterir.”
O’nun
gülüp gülmediğini
merak
ediyorsanız,
Çocukların
yüzüne bakın.
Onlar
gülüyorsa bilin ki O da gülüyor.
Bu
gülen çocuk sizin evinizde ise,
Çok
şanslısınız,
Tanrı,
size, her gün gülümsüyor!
“Her
şey bir bakış açısıdır;
nereden
ve nasıl baktığınıza bağlıdır.”
“...sevgi her sorunu çözer.”
Saçlarına
ak düşmüş kadın, nazik ve kararlı sesiyle seslendi:
“Şimdi
yazmak zamanı, kâğıdı kalemi alın ve yazın!”
“Ne
yazacağım?” diye sordum.
Düşündü:
“İlk
aşkını” dedi.
“İlk
aşkım mı?”
“Evet!”
“Çok
kolay” dedim içimden, “Hemen yazarım şimdi.”
Kalem
elimde düşündüm, uzun süre hafızamı yokladım. Hayatıma giren erkekleri
hatırlamak için kendimi zorladım.
A!
O da ne? Hiçbiri ilk aşkım değildi. Hatırladığımda hiçbir coşku hissetmedim.
Aman
Allah’ım! Yoksa ben hiç aşık olmadım mı?
Başım
döndü. Gözlerim karardı. Elim titremeye başladı. Gözyaşım aktı akacak,
neredeyse ağlayacağım.
“Hişt!”
dedim kendi kendime, “Kendine gel kız, ne oluyor sana?”
İçim
acıdı. Her yere benden önce giden gölgem, bu yüzden hüzünlüymüş. Aşksızlığın
karanlığı çökmüş üstüme, bocalıyorum.
“Hangisi ilk aşkımdı?”
“Benim”
“Biri
bana mı seslendi?”
“Evet,
ben seslendim.”
“Sen
de kimsin?”
“Ben
senin ilk aşkınım Küçük Kız.”
“İlk
aşkım mı? Adını hatırlayamadım.”
“Kırmızı
Kurdele!”
“Aa!
Evet, hatırladım.”
İçime sevinç doldu. Gözlerim parladı. Yüreğimdeki coşkuyla kahkahalar atmak istedim. Unutulmuş bir dostu, bir aşkı, bir aşığı hatırladım. Elim titremiyordu artık. Sanki sihirli bir kalem tutuyormuş gibi yazmaya başladım.
Aşk!
Yürekten
gelen coşku!
Peki,
bu duyguyu ilk ne zaman hissettim?
Öğretmenim,
siyah önlüğümün üstüne, göğsüme takarken Kırmızı Kurdele’yi “Artık okur-yazar oldun.” dediğinde, kalbimde
hissettiğim coşkuyu bugün bile hatırlıyorum.
“Kırmızı
Kurdele, o ilk günü hatırlıyor musun?”
“Evet,
Küçük Kız”
Ne
kadar çok beklemiştim göğsüme takılmanı. Sınıfta en son okumayı öğrenen çocuk
olarak hak etmiştim seni. Aslında sevinçle üzüntüyü bir arada yaşamıştım o
günlerde. Öğretmenim okumayı öğrenemediğim için kızgındı. Bana mı, yoksa
kendine mi?
“Sınıfta
kalacaksın, babana söyle okula gelsin.” dedi.
Okuldan
eve geldiğimde anneme, öğretmenimin babamı çağırdığını söyleyecektim ki,
dudaklarımdan “Sen gider misin anne?” diyen sözlerim dökülüverdi. Annem, “İşim
var, baban gitsin!” dedi.
Ertesi
gün babam okuldaydı. Nasıl da titriyordu yüreğim. Ne konuştular bilmiyorum ama
babamın kaşlarını çatarak öğretmenimin yanından ayrıldığını görmüştüm.
Akşam
eve geldiğinde kaşları hala çatıktı. Çok kızgın olduğu halinden belliydi. Annemle
konuşurken, “Çocuğum geri zekalıymış.” diyen sözleri kulağımda yankılanıyordu.
Babam durmadan “Çocuğum geri zekalıymış.” diye tekrarlıyordu.
Çocuk
kalbimle hangisine üzüleceğime şaşırmıştım. Öğretmenimin benim için, “Çocuğunuz
geri zekalı, onu okuldan alın!” demesine mi? Yoksa babamın buna inanmasına mı?
Onu
öyle üzgün gördükçe öğretmenime kızgınlığım daha da arttı. Şimdi olsa,
öğretmenimin iki omzundan tutar, onu silkeler, “Dur be kadın, sen ne demek
istiyorsun? Geri zekalı değilim ben, sadece yedi yaşında küçük bir kızım.”
derdim.
O
mahalleye yeni taşınmıştık. Okulum, öğretmenim, arkadaşlarım değişmişti. Daha
önceki okulda öğrendiğim her şeyi unutmuştum, korkmuştum.
Babam
sabah işe gidiyor, akşam geç saatte eve dönüyordu. Annem küçük kardeşime
bakıyor, yemek hazırlıyor, temizlik yapıyordu.
Peki,
bana kim yardım edecekti? Nasıl öğrenecektim okumayı?
Öğretmenim
kararını vermiş, geri zekalımışım. Sen, öğretmenim, bana bakıyordun ama
görmüyordun. Okumayı öğrenmeyi çok istediğimi, şu koca sınıfta kendimi nasıl
yalnız hissettiğimi, çok utandığımı bilmiyordun.
“Kırmızı
Kurdele, öğretmenimi hatırlıyor musun?”
“…”
“Ne
yalan söyleyeyim ben de zor hatırlıyorum. Saçları sarı mı neydi? Sanki biraz da
gençti. Olsun, seni göğsüme taktı ya, yeter bana. O gün bugündür kopmadık
birbirimizden. Biliyorum, asla ayrılmayacağız seninle... Kırmızı Kurdele.”
“…”
“Kırmızı
Kurdele”
“Buradayım
Küçük Kız”
Tutkuyla
sevdik birbirimizi. Bana hiç sırtını dönmedi. Ne zaman canım sıkılsa,
umutsuzluğa kapılsam, elime bir kitap alır, çevirmeye başlarım sayfalarını...
Okudukça okumak gelir içimden. Göğsümde taşımıyorum onu uzun zamandır,
yüreğimde taşıyorum kimse görmeden. Bazen sarılıyorum sıcaklığına, öpüyorum
kıvrımlarından, okşuyorum. “Orada mı?” diye yokluyorum.
“Of!
Of! Seni nasıl unuttum. Çok üzgünüm Kırmızı Kurdele”
“…”
“Oysa
ne kadar çok seviyordum seni, kanatlarında bilgi diyarında uçmayı.”
“…”
“Okuduklarımı
biliyorsun değil mi? Sana tekrar anlatmama gerek yok. Dünyanın öbür ucundan bir
adam ya da kadın yazmış. “Sevgi her sorunu çözer.” Peki, bunu bilmeyen biri
çıkarsa karşıma, yani öğretmenim, babam, kocam gibi...”
Bazen
düşünüyorum, “Babam, hala geri zekalı olduğumu düşünüyor mu acaba?” Yüzüme
çizgiler düşmüş, korkunun artık barınamadığı yüreğimde, benliğimin, çatık
kaşlar önünde ezilmediği şu yaşımda.
Bir
psikologdan duymuştum. Çatık kaşlarla çocuğun yüzüne bakmak, onu her gün
dövmekle eş değermiş. Aynı acıyı verirmiş.
Dikkat
etmeliyiz çocuk yetiştirirken, gülmesini bilmiyorsak çocuk sahibi olmamalıyız.
…
Psikologlar
beden dilinin iletişim için önemli olduğunu anlatıyorlar. Ellerimizin
hareketinden bakışımıza kadar çok geniş bir yelpazede duygularımızı,
düşüncelerimizi ifade edebiliyormuşuz.
Mesela
yüze bakmadan konuşursak, konuştuğumuz kişiye; “Sen benim için değerli değilsin.”
mesajını veriyormuşuz.
Sözlerimizin
bedenimizin verdiği mesajla çelişmemesi gerekiyormuş. Aksi halde ilk algılanan
bedenimizin verdiği mesaj olurmuş. Sözlerimiz ve ifadelerimiz ayrı tellerden
çalmamalı, bütünlük içinde olmalıymış. Kısacası, içi dışı bir insan olmalıyız.
Bu
bilgilerin ışığında yüz mimiklerimizin sözlerimizle birleştiğinde küçük bir
çocuğun üzerinde, ne kadar etkili olduğu sanırım hemen anlaşılır!
Gülmek,
insanın mutlu olduğunu gösterdiği kadar, memnunluğunu da gösterir. İnsanın iç
dengesinin güçlü, yaşamını sürdürebilir yeteneğe sahip olduğunu anlatır.
Unutmayalım
ki gülmenin bulaşıcı olması kadar somurtkanlık da bulaşıcıdır. Dikkat ettiniz
mi bilmem, güler yüzlü insanlar, akılda daha kalıcı oluyorlar sanki…
Gülebilmek
yaralarımızın daha çabuk iyileşmesine yardımcı olur.
Gülmenin
ruh sağlığımız üzerindeki rahatlatıcı etkisi, bir şeyi öğrenirken de,
öğretirken de çok işimize yarar.
…
“Okumayı
nasıl öğrendiğimi hatırlıyor musun?”
“Evet,
Küçük Kız.”
“Üzücü
değil mi?”
“Haklısın”
“Babam
bana okumayı öğretmek için attığı tokatları saydı mı acaba?”
“Bilmem
ki Küçük Kız.”
“A
için bir tokat, B için bir tokat... Ne kadar ironik bir durum değil mi?”
“Evet,
üstelik acı da.”
“Acı
mı? Acı dediğin anlıktır, o an yaşanır, geçip gider.”
“Fiziksel
acıyı kastediyorsun herhalde?”
“Elbette”
“Peki,
ya kalbin, Küçük Kız.”
“Onu
hiç sorma, o hala acıyor.”
Babamın
yüksek gayretleriyle yarı yıl tatilinde okumayı öğrendim. Bir daha da
unutmadım.
…
Kırmızı
Kurdele kalbimin üstüne takıldığı gün, sevincime doyamamıştım ki okul
kapanıverdi. Yaz tatiline girdik. Öğretmenimiz yaz tatili ödevi olarak çok
okumamızı önerdi. Başka ne yapacaktım, dediği gibi okuyacaktım elbette. Artık
okur-yazar değil miydim?
Bütün
yaz boyunca, babamın kitaplarını, Tommiks, Teksas, Zagor, çizgi romanlarını
okudum. Kutular dolusu kitabı vardı. Sanırım atmaya kıyamıyordu.
Yaz
tatili bitip okul açıldığında, hepimiz yeni sınıfımızda oturmuş, öğretmenimizi
bekliyorduk. İçeriye bir adam girdi. Öğretmen masasına doğru yürüdü. Bize
döndü, “Günaydın çocuklar.” dedi. Ne güleç yüzü vardı. Boyu da oldukça uzundu.
Öğretmenimiz
değişmiş. Yeni bir öğretmenle başlamıştık ikinci sınıfa. Çok üzüldüğümü
söyleyemem, çünkü hala kızgındım eski öğretmenime.
Çocuğun
zekâsı yeterli olsa bile, ruhsal durumu öğrenmesine engel olabilirmiş. Aslında
biraz sevgi ve hoşgörü, bütün sorunu çözerdi. Böyle acımasızca konuşmak yerine,
beni tanımaya çalışsaydı, her şey daha kolay olmaz mıydı? Tabii ben de
korkumdan ve utangaçlığımdan kurtulur, sığınırdım öğretmenime.
Sınıfımıza
gelen bu güleç yüzlü adam, daha ilk günden fethetti kalbimi. Adını
hatırlamıyorum, neydi acaba? “Kırmızı Kurdele, sen hatırlıyor musun?”
“Hayır”
“Dilimin
ucunda duruyor adı. Ahmet mi? Yok, değil, neydi, hatırlayamadım!”
“…”
“Olsun
tek bildiğim onu sevdiğim. İyi öğretmendi. Sonuçta bana bakmış ve beni
görmüştü. Ne güzel anlaşmıştık onunla. Hepimize çok iyi davranmıştı. Biliyorum,
sen de sevmiştin onu, değil mi?”
“…”
“Kırmızı
Kurdele.”
“…”
“Tamam,
buldum; adı sevgili öğretmenim olsun.”
“…”
“Sesin
çıkmıyor. Yoksa kıskandın mı? Kıskanma. Sen benim ilk aşkımsın Kırmızı
Kurdele’m. O da ikinci aşkım olsun. Hem bak çoğaldık, ikimiz vardık, şimdi üç
olduk.”
“…”
“Kırmızı
Kurdele, duyuyor musun söylediklerimi?”
“Evet,
Küçük Kız”
…
Harika
bir yıl geçiriyordum. Artık okula gitmek, benim için daha anlamlı olmuştu. Çok
çalışıyordum. Sevgili öğretmenimin sevgisini kaybetmek istemiyordum.
Okulun
kapanmasına az bir zaman kalmıştı. O geçen güzel günlerin ardından fırtına
bulutları birden her yeri sardı. Öyle hızlı gelişmişti ki her şey, çocuk
kalbim, ilk hayal kırıklığını yaşadı. Bütün dünyam yıkıldı. Sevgili
öğretmenimin tayini çıkmıştı. Veda günü geldiğinde sınıftaki herkes ağlıyordu,
en çok da ben…
Eve
gittiğimde ağlamam devam ediyordu. Ertesi gün, ondan sonraki gün de ağladım.
Durmadan ağlıyordum. Annemle babam “Yeter artık ağlama.” dediler. Elimde
değildi, gözyaşlarım kendiliğinden akıyordu, engel olamıyordum. Henüz sekiz
yaşında küçük bir kızdım. Sevgili öğretmenim, beni terk edip gitmişti. Kalbim
kırılmıştı.
O
acılı günlerde babam daha da kızdı, “Yeter artık.” diye bağırdığında korktum.
Olsun, çok ağlarsam, belki Allah beni görür, onu bana geri getirir diye
düşündüm.
Yine
ağlıyordum ki, babam, oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Üstüme doğru yürüdü,
“Susmazsan döveceğim seni!” dedi.
Hemen
yan odaya koştum. Babam arkamdan geldi. Odanın ortasında ahşap bir sehpa vardı.
Sehpanın etrafında durmadan dönüyorduk. Sonunda beni yakaladı. Kaç tokat
yediğimi hatırlamıyorum ama bir daha sevgili öğretmenim için ağlamadım.
Çocuk
kalbim öyle kırılmıştı ki, babamın bunu fark etmemesi çok kötüydü. Oysa birkaç
tatlı söz söylemesi, tokat yerine okşaması ne güzel olurdu?
Beni,
dizlerine oturtup, şöyle konuşabilirdi:
“Kızım,
çok üzüldüğünü biliyorum ama ne yapalım. Öğretmeninin tayini çıkmış. Başka
okula gitmek zorunda kalmış. Biz de arkasından gidemeyeceğimize göre, bunu
kabullenmek en doğrusu. Belki bir gün götürürüm seni öğretmeninin yanına,
özlemini giderirsin. Ağlama artık benim güzel, tatlı kızım. Sen böyle ağlayınca
üzülüyorum…”
Sanırım
babamı üzmemek için susardım, ağlamazdım. Zamanla da unutur giderdim.
Öğretmenim
şimdi nerede bilmiyorum. Bir daha da görmedim. Eğer öldüyse umarım cennettedir.
Yeryüzünde küçük bir kızın kalbi onu özlemektedir. Bedeni büyümüş, yüzünde
kırışıklıklar olduğu halde...
Derken
yeni öğretmen geldi. “Kırmızı Kurdele, hatırlıyor musun?”
“Hayır”
“Ben
de hatırlamıyorum.”
Galiba
yüzüne hiç bakmadım. Zaten okullar kapanınca, yaz tatiline girip, o mahalleden
de taşınacaktık. Başka okula gidecektim, yeni bir öğretmenim olacaktı...
…
Okul
hayatımın daha başında dört öğretmen değiştirmiştim. Oysa bir çocuk için, ne
kadar önemli ilk öğretmeni. Geleceğini şekillendirirken ondan öğrendikleri
elbette ona yol gösterecekti.
Eğitim
ve öğretimin temeli olan ilköğretimde, öğretmen seçerken nelere dikkat
ediyorlar bilmiyorum. Sanırım “Çocukları seviyor musun?” diye sormuyorlar.
Keşke sorsalardı. O zaman daha fazla düşünmek zorunda kalırlardı. Öğretmen
olmayı kolay zannedenler, yanılıyorlar. Çok zor. Ah! Bunu bir anlasalar!
Çocukların
öğrenme becerileri farklı olabilir. Öğretmenin görevi çocuğu gözlemlemek, onu
tanımak, nasıl iyi ve kolay öğrenebileceğini keşfetmektir. Çocuğun
başarısızlığı aslında kendi başarısızlığıdır. Çocukla kurulacak iletişimin en
basit yolu onu sevmektir. Eğer çocukları sevmiyorsa asla başarılı olamaz.
Bir
çocuğun duyacağı en büyük ihtiyaç kuşkusuz sevgidir. Evinde anne ve babasından
gördüğü sevgi, okulda öğretmeniyle çoğalarak yoğunlaşmalıdır. Öğretmen,
öğrencisi için bir model olduğunu asla unutmamalıdır. Bilgili insan
yetiştirmenin yolu, bilgili insan olmaktan geçer. Sevginin sarmalamadığı
bilginin, işe yaramayacağını düşünüyorum.
Çocuklar
çok sevdiği kişilerden ayrılınca, büyük üzüntü yaşayabilirlermiş. Bu durum
onlarda yaşantıları boyunca, sevdiklerini kaybetme korkusu hissetmelerine sebep
olabilirmiş.
“Ah!
Kırmızı Kurdele, sevgili öğretmenim beni bırakıp gittiğinde ben de çok
üzülmüştüm.”
“Biliyorum
Küçük Kız.”
“Bir
daha hiçbir öğretmenimi onun kadar sevemedim.”
“Belki
de korktun sevmekten.”
“Korktum
tabii, ya onlarda bırakıp giderlerse?”
“Yine
de içinde hep sevme arzusu duydun değil mi Küçük Kız?”
“Evet,
haklısın, bu arzu içimde hep vardı.”
“İnsan
sevilmek isteyen bir canlıdır Küçük Kız.”
“Peki,
insan sevmeyi öğrenebilir mi?”
“Elbette”
“Küçük
bir kız, sevmeyi nasıl öğrenebilir ki?”
“İnsan
sevmeyi önce ailesinden öğrenir Küçük Kız.”
“Annem
ile babam beni seviyorlar mı?
“Tabii
seviyorlar.”
“Oysa
hep sevilmediğimi düşünürdüm.”
“Belki
de sevmeyi bilmiyorlardır.”
“Koskoca
insanlar sevmeyi nasıl bilmezler?”
“Düşün
onların da hayatını, nasıl büyümüşler kim bilir? Hangi zorlukların kıskacında
ezilmişler?”
...
Anımsıyorum
anneannemin ölümünü, ölümün ne olduğunu bilmediğim o küçük kalbimle olanları
anlamaya çalışıyordum. Tek hatırladığım annemin, annesinin öldüğünü duyduğu
andaki feryadıdır. Aslında anneannem öleli birkaç gün olmuş, ortanca dayım
annemi almaya geldiğinde. Ona,
“Annen
çok hasta.” dediler. Annem, ben ve kardeşim köye gittik. Köyün girişinde ne
oldu hatırlamıyorum, annem birden feryat etmeye başladı. Ölümle ilgili ilk
hatırladığım bu.
Dedem
ise anneannem öldükten iki sene sonra öldü. Çok yalnızlık çekmiş. Aklımda kalan
bu cümledir o günlerden. Demek ki bir insanın eşi ölünce çok yalnızlık
çekermiş. O da ölürmüş arkasından.
Dedem
hakkında hatırladığım tek anım, bizim eve geldiği yazdır. Yılların yorgunluğunu
taşıyan bacaklarıyla yürüyüşe çıkmıştı. İçimde bir korku vardı, “Ya evin yolunu
kaybederse?” diye.
Dedemle
birlikte gitmek istedim. Annem göndermedi. Fakat içim hiç rahat değildi.
Balkona çıktım. Dedemin gelmesini bekledim. Balkon demirinden belime kadar
sarkmış, gözüm yolda onu bekliyordum.
Sonunda
dedemi gördüm. Yürüyüşten dönüyordu.
O
da ne? Dedem bizim evin sokağına girmedi. Dümdüz yürüyüp gitti.
Hışımla
evden çıktım. Apartman merdivenlerinden indim. Sokağın sonuna geldikten sonra
bütün gücümle bağırdım.
Dedeeeeee…
Sesimi
duyunca durdu. Arkasına dönüp baktı, çizgilerle dolu yüzüyle. “Ne oldu kızım?”
dedi. Soluk soluğa yanına vardığımda. “Dede, evin yolunu kaybettin. Bizim ev bu
tarafta.” diyerek, elinden tuttum ve eve doğru birlikte yürüdük. Yürürken
söyleniyordum. “Gördün mü? Kaybolacaktın. Neden yalnız çıktın ki gezmeye? Ben
seninle gelirdim. Birlikte gezerdik.” dedim.
Dedemi
kurtarmış olmanın rahatlığıyla evin kapısından içeri girdik. Onu bir daha
görmedim. Ölüm haberini aylar sonra aldık. Çünkü annem küçük kardeşime
hamileydi. Üzülmesin diye söylememişler. Üzülürse erken doğum yapabilir,
kardeşimin hayatı tehlikeye girebilirmiş. Olanları duyduğunda çok üzülmüştü.
Dedem
ve anneannem ile ilgili elimde kalan tek şey, siyah beyaz bir fotoğraf sadece.
Artık siyah beyaz bile değil, sararmış solmuş. Ona baktığımda gördüğüm, yan
yana duran, dalları olmayan iki ağaç gibiler sanki. Birbirlerine sarılmaktan
korkmuş iki yalnız insan gibi...
Annemin
anlattığına göre dedem, anneannemi dağa kaçırmış, hem de başka bir erkekle
nişanlı olduğu halde birkaç arkadaşıyla birlikte. Sonra köye dönmüşler. Dedemi
ve arkadaşlarını hapse atmışlar. Anneannem evlenmeyi kabul edince cezadan
kurtulmuşlar.
Annem
çocukluğunu anlatırken, “Mutlu bir çocuktum!” der her zaman.
…
Çocuklar
neden kıskanç oluyorlar bilmem? Ben de öyleydim. Kız kardeşim doğduğunda, iki
buçuk yaşındaydım. “Bebek annemi aldı.” diye çok ağlamışım. Kalbim ne kadar
kırılmış. Dinlediğim bir psikolog şöyle dedi: “İkinci çocuğu yapmaya karar
verdiğinizde birinci çocuğun sevgisi size yetmiyor demektir.”
Oysa
annemin ve babamın ikinci çocuklarını yaptıklarında çok fazla düşündüklerini
sanmıyorum. Sadece içgüdüleriyle hareket edip, Allah’ın verdiğini yeryüzüne
çıkarmışlar.
Onlar
birbirlerini uzaktan gördükten sonra, büyüklerinin verdiği kararla, birbirleri
hakkında hiçbir şey bilmeden evlenmişler.
Annem
anlatır, evlendikten sonra annesiyle babasının evine el öpmeye gittiklerinde,
ortanca abisi şöyle demiş: “Eğer memnun değilsen eve geri dönebilirsin.”
Annem,
“Benim yerim kocamın yanı!” diye yanıt vermiş geç gelen sorunun ardından. Zaten
dokuz ay sonra da ben doğmuşum.
…
Babamın
babası ve babaannem uzaklardan göç etmişler doğduğum yere. Evlenmişler, daha doğrusu
evlendirilmişler. Hep kavga ederlermiş. Hem de sofra başında. Herkes sofradan
kalkıp bir kenara dağılınca dedem, tek başına siler süpürürmüş sofrada ne
varsa.
Hatırlıyorum,
ben küçük bir kızdım, sofrada “Siktir.” çekerdi babaanneme. “Siktir git.” derdi.
Babaannem de az değildi hani. O da “Sen siktir git.” diye karşılık verirdi.
Hayat
boyu böyle kırıcı sözlerle geçen bir yaşam ne verebilirdi ki babama. Anlaşılan
dedem ve babaannem hiç sevmemişler birbirlerini. Sadece sevgisiz tohumlarını
serpmişler yeryüzüne.
Babam
anlatır, daha küçük bir çocukken başlamış çalışmaya. Kimse onun çocuk olduğuna
aldırmamış. Hâlbuki onun oynayacak bir sürü oyunları vardı. Koşacaktı
sokaklarda, saklambaç oynayacaktı. Belki de çelik çomak…
Babam
şimdi yetmiş beş yaşında. Düşünsenize elinde arabalar, “ğın, ğın, ğınnn” diye
oynuyor. Görenler deli zanneder. Oysa o, çocukluğunu yaşayamamış yaşlı bir adam
sadece.
Çok
acı değil mi?
…
Babamın
işleri düzelip büyüdükçe daha nezih mahallelere doğru ilerliyordu yaşantımız.
Ama babam hiç değişmiyordu. Kapalı bir bilinçle bakıyordu dünyaya. Değişime
karşı yabancı gibi davranıyor, dünyayı sadece kendi çizdiği sınırlardan
algılıyordu.
Dünyanın
gerçekleri, kapalı bilincinin kapısını güm güm çalsa da, o yine duymuyordu.
Sanki bir çemberin içinde kısılıp kalmış, var olma mücadelesi veriyordu. Sahip
olduğu kurallara ihanet etmek istemiyordu. Benim başkaldırımı, onun düzenine
karşı saldırı olarak algılıyor ve hep savunmaya geçiyordu. Oysa istediğim
sadece değişime ayak uydurmaktı. Aldığım eğitimin getirdiği sosyalleşme benim
hakkımdı. Onun itirazları hayatımın yıkıcı unsurları oldu.
Babamın
okuduğu, başkaları tarafından yazılmış bir tek kitabı vardı. Hayatını bu
kitaptaki satırlar arasından yaratmıştı. Onun için bu kitapta yazılanlar en
doğru olandı. Bunu asla sorgulamak istemiyordu. Eğer bunun için cesareti
olsaydı sanırım beni daha iyi anlardı.
Onun
kitabındaki yazılanları silme cesaretini göstermem beni hain yapmıştı. Ona
ihanet etmiştim. Gözlerindeki öfke çocuk kalbimde kapanmayacak yaralar açmıştı.
Bunun farkında olduğunu sanmıyorum. Sadece kendi doğruları geçerliydi, bundan
da hiç kuşkusu yoktu.
Zamanla
hayatımız değişse de, çevremizdeki insanların ne kadarı değişebilmişti. Herkes
bir maske takmış adeta oyun oynuyordu. Bu da onun cesaretini kırıyor, onlar
gibi davranmak daha kolayına geliyordu.
Kendini
dünyanın merkezi olarak görmesi, benim körpe fidanlarım için en büyük
tehlikeydi. Sanki elinde görünmez bir bıçak vardı. Özgür benliğime uzanan
dallarımı durmadan buduyordu. Onun için önemli olan kesin itaatti. Bunu yıkmaya
yeltenen sorgulayıcı bilincim baş edilmesi gereken bir düşman durumundaydı.
Onun biricik doğruları ve benim doğrularım kaynaşamayan, barışamayan olgulardı.
Ancak
bu durum, asla kötü olduğu ya da kötüyü istediği için yaptığı bir davranış
değildi. Baba olduğunda, onun da beni saracak dallarını kesmişlerdi. Onun için
kalbi katılaşmış, bilinci kapalı, gözleri bakan ama görmeyen birinden başkası
değildi.
Annem
değişiyordu. Başındaki örtüyü atmış, modern görünmeye çalışıyordu. Bunu çok
istese de köy kokan geleneklerden kurtulamıyordu. Ne de olsa kişiliğinin yapı
taşlarının konduğu çocukluk yılları köyde geçmişti. Mücadeleyi seviyor, hiç
yılmıyordu. Değişime inanıyor, büyük çaba gösteriyordu.
O
aynı zamanda düşünce dünyasında keşfe çıkan, arayış içinde yaşamını sürdüren
bir serüvenciydi. O güne kadar varlığını oluşturan benliğinin üstüne yükselmeye
çalışıyordu. Karşısına çıkan her yeniliğe karşı dirençli gözükse de, cesaretini
hiç kaybetmiyordu. Onun kuralları değişebiliyordu. Ama akıntıya kapılmış yaprak
gibi ilerlediği değişim ırmağında ne zaman, nerede kıyıya çıkılacağını
kestiremiyordu. Akıntının etkisiyle yolculuğuna devam ediyor ama etrafındaki
baskıcı kurallar daha özgür davranmasına engel oluyordu.
Onun
dünyasında akıl, değer ve kurallara karşı daha egemendi. Kendi gücüyle ayakta
duruyor, bu yüzden de yalnız kalıyordu. Babamın aksine onun kitabındaki
kurallar silinebiliyor hatta yeniden yazılabiliyordu. Kendi kitabıyla
yetinmiyor, başka kitaplar okumak için istekli davranıyordu.
Yalnızlığı
beraberinde mutsuzluğu da getiriyordu. Tek başına yürüyordu. Ayakları bazen
birbirine dolaşsa da, birileri çelme taksa da yürümeye azimle devam ediyordu.
…
Yeni
mahalle, yeni ev, yeni okul, yeni arkadaşlar, yeni öğretmen, yeni eşyalar, yeni
düşünceler, yeni istekler...
Her
şey değişiyordu.
Bunun
sancısını hep birlikte yaşadık aslında. Onunla baş etmek zordu. Bunu şimdi daha
iyi anlıyorum. Gerçekten çok zorlu bir mücadeleydi, hem de en zoru.
Sonsuza
kadar sürecek bu savaşın adı ‘Ben’ olma savaşıydı. Bence bundan korkmayın.
Çünkü bu savaş gerçekten mücadeleye değecek tek uğraştır.
“Bir
insanın benliği, zekâsı, bedeninin sınırları, değerleri, yetenekleri değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız”
“İnsanın
benliğinin gelişimi önce anne ve babasından, sonra çevresinden etkilenmiyor
mu?”
“Haklısın
Küçük Kız”
“Anneler
ve babalar çocuklarıyla ilgili hep beklenti içindeler. Bu beklentiler gerçekçi
olmak zorunda değil mi?”
“…”
Çocuklarının
neyi, ne kadar becerebileceğini anlamak bu kadar zor mu allah aşkına?
“…”
Çocuklarının
becerilerine gülümseyerek ve ‘Aferin’ diyerek, onlara yardımcı olacaklarının
farkında değiller mi?
“…”
“Bu
tavırlarının, çocuklarının benlik gelişimini olumlu biçimde etkileyeceğini
acaba fark etmiyorlar mı?”
“Çocuk
kendi varlığının ve işlevlerinin bilincine vardıkça, yaşadığı çevreye kendini
kabul ettirmesi de oldukça kolaylaşır Küçük Kız.”
“Psikologlar,
benlik bilincinin yaşamın ilk dönemlerinde gerçekleştiğini söylemiyorlar mı?”
“Sadece
söylemekle kalmıyorlar, bağırıyorlar, Küçük Kız.”
…
Nasıl
bir kişi olacağımı, ne olmak istediğimi düşünmeye başladığımda henüz küçük bir
kızdım. Kimse bu düşüncelerimi fark etmedi. Sessizliğimin içinde kendi kendime
kurduğum hayaller zayıf ve yetersiz bir benliğe sahip olmamı engelleyemedi.
Duygularım olgunlaşamadığından yaşantımdaki tepkiler de yetersiz kaldı.
Şimdi
daha iyi anlıyorum; insanın kendini aşağılık duygusu içinde görmesi, yetersiz
hissetmesi, karşılaştığı engellemeler sonucunda oluşmaktadır. Çünkü insan
başarılarının doğrultusunda kendine saygı duyar. Ayaklarının yere basması,
bilincinin farkında olması, kendine güvenmesi, takdir edilmesi bu saygıyı daha
da artırır.
Kendini
değerli hissetmesi, eşit haklara sahip olması, var olma mücadelesinde insanın
elinde bulunan en büyük silahı değil mi?
Oysa
insanın kendini değersiz hissetmesi, kendinden şüphe etmesi, eşitsizlik
duyguları içinde yaşamaya çalışması acı bir süreç.
Acaba
etrafınızda böyle insanların olduğunu fark ettiniz mi? İnanın onları fark etmek
çok kolaydır. Çünkü mutsuz insanlardır. Yüzleri mutsuzluk şarkısını söyler
durur aralıksızca…
Sesleri
kısıktır hatta çoğu zaman duymazsınız onları...
Bir
insanın sesinin kısılması daha küçük yaşlarda “Sus” komutunun söylenmesiyle
başlar. Bende de öyle oldu. Konuşma özgürlüğümü daha küçük bir kızken kaybettim.
Sonradan da kazanmak zor oldu; her şeyin bilincinde olup, hiçbir şeyi
değiştirememek çok zor kabullenilen bir şey. Bu zorlu mücadele yıllarca sürdü.
Tam anlamıyla kazanmış da değilim aslında. Galiba treni kaçırdım. Arkasından
koştum ama yetişemedim. Sadece geride bıraktığı dumanının kokusuyla idare etmek
zorunda kaldım.
…
Baskı
altında büyüyen çocuklar, büyüdüklerinde içe kapanık ya da saldırgan oluyormuş.
Ben saldırgan değildim ama içine kapanık yaşadım yıllarca. Kelimeler boğazıma
takılır, konuşamazdım çoğu zaman. Oysa sessizliğimin içinde sözcükler
haykırıyordu. Kimse duymuyordu onları. İki dudağımın arasında kısılıp kalmış,
dışarı çıkamamanın hayal kırıklığını yaşıyorlardı.
Bu
durumu düzeltmem yıllarımı aldı. Çok zordu ama başardım. En büyük yardımcılarım
kitaplarım oldu. Kırmızı Kurdele göğsüme takıldığından beri hiç vazgeçmedim
onlardan. Kitap okumadan yatmazdım. Sayfalarında dolaşır, kelimeler arasında
dans ederdim. Kitaplarım, sahip olduğum en iyi arkadaşlarımdı.
…
Annem
de okumayı seviyormuş. Öğretmeni “Bu kız çok akıllı, onu öğretmen yapalım.”
demiş. Ama dedem kabul etmemiş. Çoğu zaman tarlaya giderken geri çevirirmiş
onu.
Babam
okumamış, eminim isterdi. Zaten ona bu yöndeki fikrini sorduklarını da
sanmıyorum. “Okumak ister misin oğlum?” diye sorulsaydı, belki de “Evet” derdi.
Beni
ve kardeşlerimi okumak için teşvik ettiler hep. Ancak bunu yaparken bir eksik
yanları vardı ki, bütün hayatımı etkiledi. Yeterince cesur değildiler.
Bilinmeyenden korktular hep, daha doğrusu onların bilmediği hayattan. Bana ilk
öğrettikleri şey de bu korkuydu. Asla cesur bir insan olamadım, nasıl
olunacağını da bilmiyordum. Benimki boşuna bir çırpınıştı sanki. Yasaklar
arasında büyümeye çalışan küçücük bir ağaçtım. Dallarımı kestiler, budadılar
beni. Bütün gücüm köklerime gitti, toprağın altına.
***
“...en güzel hayaller çocukların hayalleridir.”
Şubat ayının başıydı erkek kardeşim doğduğunda. Babaannem, benim ve kız kardeşimin başında bekliyordu. Ne de olsa küçüktük. Evde tek başımıza kalamazdık. Babaannem “Önce ayaklarına bakın, kardeşinizi çok seversiniz.” dedi. Biz de öyle yaptık, küçük kardeşimizin ilk olarak ayaklarını okşadık. O günden beri çok sevdik onu. Henüz dokuz yaşındaydım, ilk annelik duygusunu onda tattım. Doğurmanın dışında her şeyi yaptım onun için. Altını temizledim, mamasını yedirdim, oyun oynadım, gezdirdim…
Annem “Sen abla oldun, büyüdün.” diye her şeyi üstüme yıktı, çocuk olduğumu unutarak.
Kardeşim adeta oyuncak bir bebek olmuştu benim için. Onu kucağıma aldığımda genlerimde var olan annelik duygusunu nasılsa hatırladım. Hiç yadırgamadım, sarıp sarmaladım. Oynadım onunla doyasıya. Onun ötesinde sevgimiz karşılıklıydı ki o da bana alıştı. Annesini sadece sütü için arıyordu.
Henüz ergen olmamış bir kız çocuğunun elinde tehlikeli bir oyuncaktı aslında. Vücudumdaki değişiklikleri fark etmeden yapay bir anne oluvermiştim. Nasıl hamile kalındığını bilmeden, sadece anne olmak harikaydı. Oysa bunun yaşamımda yapacağı etkiyi hayal bile etmemiştim o günlerde.
Anne olmak çok kolaydı.
Peki! Ya sorumluluk?
O nasıl bir duyguydu. Küçük yüreğimle böylesine bir yük nasıl taşınırdı. Aklım hep ondaydı. Derslerimi bile çalışamıyordum. Kardeşim beni bekliyordu. Okuldan eve koşarak geliyordum.
Onu çok sevmiştim. Onunla bir anneydim. Ona bildiğim her şeyi öğretmek istedim. Ne kadar öğretebildim bilmiyorum ama sanırım ilk öğretmenlik deneyimimi onunla yaşadım. Birlikte büyüdük, öğrendik.
Annem doğumdan sonra hep hastalandı. Sıkıntılı günler geçirdi. Kadın olmak zor işti. Acı çektiğini görüyordum ama elimden bir şey gelmiyordu.
“Ah! Kırmızı Kurdele, sokakta oynamak, koşmak istiyordum. Anne olmak istemiyordum.”
“Seni anlıyorum Küçük Kız.”
Bütün bu sorular beni çok düşündürüyordu, hatta arkasından ötekiler geliyordu. Kız çocuklarına neden oyuncak bebek alınır sorusu da ilk aklıma gelendi. Peki! Anne olmayı istemek için oyuncak bebeğe gerek var mı? Alışmak için mi? Evet, sanırım bundan. Şöyle kucağa alınır, altı şöyle temizlenir, şöyle yemek yedirilir gibi...
Peki, bebek nasıl olur?
Biliyordum, annem onu karnında taşımıştı bir süre. O oraya nasıl girmişti? Kim koydu onu oraya? Sonra o, nereden, nasıl çıktı? Ben görmedim çıkarken. Bu sorular dokuz yaşında bir kız çocuğu için zor sorulardı. Yanıt vermek de bir o kadar zordu. Ne yapsın kadıncağız, nasıl yanıt verecekti ki bana?
Şimdi bu satırları okurken gülüyor olabilirsiniz ama o zamanlar böyle şeyleri konuşmak ayıptı.
Anneme sorardım, “Ben nasıl oldum?” diye. O da “Seni leylekler getirdi.” derdi.
Leylekler her bahar yuvalarına dönerken bebekleri getirip evlere bırakırlarmış.
“Ben sonbaharda doğdum ama” dediğimde “Yolunu şaşırmış, gecikmiş biraz.” derdi.
Oysa hepsi yalanmış, kandırmış beni. Onca sorunun cevabını kendim bulmak zorunda kaldım. Çocuk kalbimle o zamanlar hep yanlış eve bırakıldığımı düşünürdüm. Kimse benim gibi opera dinlemiyordu. Tiyatroya gitmek, resim yapmak, müzik aleti çalmak istemiyordu. Benim gibi okumuyordu, düşünmüyordu.
Bu kadar düşünce beynime nereden geliyordu bilmiyorum!..
Erkek kardeşim güzel bir bebekti, çok da şanslıydı. En azından erkek olarak doğmuştu. Daha o zamanlar fark etmiştim kız erkek ayrımını. Herkes erkek olduğu için seviniyordu. Belki de erkek olsun diye yaptılar üçüncü çocuğu. Neyse ki Allah dualarını kabul etti de çok bekletmedi annemle babamı. Yoksa beş, altı kardeş olurduk biz de.
Babamın babası, dedem, evine gittiğimizde para verirdi kardeşime. “Oğlanların hası gelmiş.” diye de severdi. Erkek olmak kazançlıymış. Ben ve kız kardeşime sadece kuru bir hoş geldin yeterdi.
…
Bence her çocuk bir kardeşi olsun ister. Ancak kardeş doğumuyla yoğun kıskançlık yaşanırmış. Çünkü çok sevdiği anne ve babasını bir başkasıyla paylaşmak istemezmiş.
Kıskançlık, insanoğlunun en doğal duygularından birisidir. Bu duygu, sevilen kişinin paylaşılmasına katlanamamak olduğuna göre sevginin olduğu her yerde vardır.
Ancak bu doğal duygu, hala kendisi de sevilmeye muhtaç bir çocuk için ne zor bir durum oluşturur. Çocukla kardeşi arasında yaş farkı çok olursa bu kıskançlık pek yaşanmazmış.
…
Çocukların gelişimlerini etkileyen faktörlerden biri oyun ve oyuncaktır.
Bunu herkes biliyor artık. Psikologlar her yerde her zaman söylüyorlar. Hayatı tanıması için gerekli olan deneyimleri kendi kendine öğrenmesini kolaylaştırırmış.
Küçük bir çocuk nasıl öğrenecek oyun oynamayı? Kendi kendine mi?
Bunu kendi kendine yaptığında ve başardığında, karşınızda bir sanatçı var demektir.
Bir çocuğa verilecek en güzel, en değerli hediye onun yeteneklerini keşfetmektir.
Unutmayalım ki, insan dünyaya geldiğinde yetenekleriyle birlikte gelir. Küçük bir çocuk bunu fark edemez. Annesiyle babasının onu iyi gözlemlemesi gerekir.
Oysa çocuklarına “Sen önce oyuncaklarınla oynamasını öğren.” diye bağıran anneler biliyorum. Oyun bir iletişim yolu olduğuna göre, bu anne, daha en başından bütün kapıları kapatmaktadır. Oyuncaklarını sağa sola atarak tepki veren çocuk, aslında sadece bir oyun arkadaşı aramaktadır.
Annenin, en çok sevdiği oyuncaklarını atıp kıran çocuğun acı çektiğini fark etmesi gerekir. Anne olmak sadece o çocuğu doğurmak değildir. Aynı zamanında eğitmeni olmalı. Bu eğitim ise en iyi oyun oynarken verilir.
…
Çocuklar karanlıktan korkar. Bunu hepimiz biliriz. Ben hiç korkmadım hatta çok sevdim. En huzurlu olduğum zamanlar karanlık bir yerde düşünerek geçirdiğim zamanlardı.
Karanlığın içinde tek başıma kaldığımda, kendi iç dünyama yolculuk yapıyordum.
Daha on yaşında küçük bir kızdım. Ne günahım vardı ne de suçum. Rahatça dolaştım kalbimin zindanlarında. Derinlere indim dar merdivenlerden. Tuzaklardan geçtim. Aslında çok karanlık da değildi. Bir yerden ışık geliyordu sanki. Etrafıma bakındım. Ne bir güneş vardı, ne de bir yıldız.
Birden bir ses duydum. Biri bana seslendi sanki.
“Küçük Kız!”
Çevreme bakındım ama kimseyi göremedim. Aynı ses bir daha seslendi.
“Küçük Kız”
“Kim var orada?”
“Kırmızı Kurdele.”
“Ah! Kırmızı Kurdele sen misin?”
“Benim ya, seni bu zindanlarda yalnız mı bırakacağım sandın?”
“Bir yerden ışık geliyor, fark ettin mi?
“Senden geliyor.”
“Benden mi?”
“Evet, senden geliyor. Bu ışık doğduğundan beri senin içinde var.”
Karanlık odada tek başına, düşler diyarında bir kız çocuğu olarak, geleceğimi planlamaya çalışıyordum.
…
Hayal kurarken hayatımın sınırları yoktu, zaman, mesafe ve kurallar da… Sonra onları kim koydu bilmiyorum. Zihnim hayal kurarken tüm hızıyla çalışıyordu. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, en güzel hayaller çocukların hayalleridir. Benim hayallerimin üstünü kalın bir keçeli kalemle çizdiler hep. Bu olmaz, şu olmaz! Bunu yapamazsın, şunu yapamazsın gibi.
Haykırmak istedim. Neden bana engel oluyorsunuz diye bağırmak istedim. Fakat sesim çıkmadı. Çünkü küçük bir kız çocuğuydum.
Bir çocuğa bundan daha büyük kötülük yapılabilir mi?
Hayallerimi anneme, babama anlatamadım hiç. Zaten ilgilenmediler de... Oysa bir çocuk hayallerini anlatabilecek kadar çok güvenmeli annesiyle babasına. Aksi halde çocuğun hayalleri nasıl beslenip büyür?
Hayallerimi fark ettiğimde otuz yaşımı çoktan geçmiştim. Hayallerimle kendi hayatıma katılamadım. Kurduğum hayat, hayallerimden çok uzak ve yalandı. Yanlış gemiye binmiş, yanlış yere giden bir yolcudan başka şey değildim.
Hayal kuran bir insanla karşılaştığınızda ona yardım edin. Çünkü hayatını değiştirmek istiyordur. Hatta acıyın ona, eğer hayallerini gerçekleştirememişse bilin ki mutsuz bir insan var karşınızda. Onu, içindeki girdaptan çekip almakla ne kadar büyük bir iyilik yapacağınızı bilemezsiniz.
Hayatımı, kendimden ve yeteneklerimden şüphe ederek geçirdim. Kalın, geçilmez “Hayır” duvarlarına çarptım. Doğal olarak hayallerimin saçma olduğunu düşündüm. Bu da en büyük engeldi benim için.
Yaşayarak öğrenmek, sonucu korkmadan beklemek ve olana metanetle katlanmak, insanın kazanacağı değerlerin en güzeli…
***
“...tutku ve meydan okumaların oluşturduğu ruh!”
Duvarda
bir poster. Yatağımın başucundan bana bakıp duruyor. Okuduğum bir dergiden
çıktı. Özenle yapıştırdım duvara. Aslında kim olduğunu bile bilmiyordum.
Hapisteymiş. Bu adamın posterini neden duvarıma astım hatırlamıyorum. Belki de
çok yakışıklı gelmiştir bana ya da esrarengiz. Fakat ona bakmak çok hoşuma
gidiyordu.
Akşam
babam geldiğinde ne kadar kızacağından habersiz, mutlu bir şekilde dolaşıyordum
evde. Kim bilir belki de beyaz atlı prensimi bulmuştum.
Akşam
oldu. Babam eve geldi. Bir ara yattığım odaya girdi, girer girmez de, “Bu ne?”
diye bağırdığını duydum. Hemen koştum ama yetişemedim. Babamın elleri duvardaki
postere uzanmış, çoktan ikiye ayırmıştı.
“Yırtma”
diye bağırdım. “Onu ben astım!”
“Ne
işi varmış bu adamın resminin bu oda da?” dedi.
Karşı
koyamadım, yanıt da veremedim. Gözyaşlarım yüzümden aşağıya akıyor, içimdeki
üzüntüyü kimse görmüyordu. Anneme baktım. Ondan yardım istedim umutsuzca. Annemden
hiç ses çıkmadı. Babam duvardaki kalanları da yırtıp attı.
Oysa
onu tanımıyordum. Nasıl tanıyacaktım ki on yaşında küçük bir kız çocuğuydum.
Tek bildiğim o insanın özgür olmadığıydı tıpkı benim gibi...
...
Dedem
bizi sinemaya götürürdü. Onun evine yakın mesafede yazlık sinema vardı.
Yürüyerek giderdik. Sinemayı çok severdim. Gittiğimiz filmler kavgalı dövüşlü
olurdu hep. Kendimi filmin kahramanının yerine koyar kötülüklerle mücadele
ederdim.
Çirkin
kral diyorlarmış ona. Oynadığı filmlerde haksızlığa uğramış insanları
canlandırırmış. Sanırım kalbimi o filmlerde kaptırmıştım. Bence çok
yakışıklıydı.
Saçlarımdaki
beyazları sayarken aynada, onun yüzü geldi gözümün önüne. Onun da beyazları
vardı. Onları çok sevmiştim. Kara gözleri bana baktıkça duvardaki posterden,
küçük bir kızın kalbinin kanat çırpışlarını duyuyordu kulaklarım.
Çirkin
kral, toplumun sürekli değişim, dönüşüm içinde bulunduğunu, sınıflar arası
mücadelenin bu değişimde belirleyici olduğunu, değiştirmek için bilinçli bir
mücadelenin gerekli olduğuna inanmış. Okuma, öğrenme tutkusu varmış. Hayat
devam ettikçe pişmanlıkların da olacağını söylemiş. Tutku ve meydan okumaların
oluşturduğu bu ruh bana hiç yabancı gelmiyor.
…
Sanatçıda
var olan iç dünya zenginliği, baskı ve engellemelerle beslenir. İç çatışmaların
eserlere dönüştüğü bu dünyada, kendine bir yol arayan insan, yanardağ lavları
gibi yakıcı olabilir. İnsanın bağrından gelen bu ateş, yanan çam ağaçlarının
kozalaklarını fırlatıp ateşin yayılmasını sağladığı gibi, başka yüreklerde yeni
yangınlara neden olabilir.
Tıpkı
benim gibi.
İçimdeki
yangını söndürecek rahmet bulutlarını beklemek çok uzun sürdü. O bulutlar bir
türlü gelmek bilmedi ama beklemekten de vazgeçmedim.
İnadının,
isyanının ve öfkesinin benzeş olduğu yüreğimde, onun gibi birçok insanın
posterini duvarıma asma isteği hiç bitmedi.
Yaşım
yetmemişti onu daha fazla tanımaya. Büyüdüğümde o çoktan öte âleme göç etmişti.
Onu tanımak artık kitaplardan ve filmlerinden mümkün olacak sanırım.
***
“...gücün içinde saklı; onu bul!”
Gecenin
karanlığında korkunç bir sesle uyandım; sokaktan geliyordu. Gür, gür, gür…
sanki bir dev yürüyordu sokağımızda. Annem ile babam da uyandılar. Onlar da
duymuşlardı aynı sesi. Benim odamın penceresi sokağa bakıyordu. Yanıma
geldiler. Babam perdeyi aralayıp dışarıya baktı, “Tanklar geçiyor, onlardan
geliyor bu sesler.” dedi.
“Tank
mı? O da ne?”
Yataktan
kalktım. Babamın altından, kollarının arasından kafamı uzatıp, dışarıya baktım.
Gerçekten de kocaman kamyonlar ilerliyordu. Üzerlerinde silah vardı,
bazılarında da askerler.
“Savaş
çıkacak.” dedi babam.
“Savaş
mı? O da ne?”
Tek
bildiğim savaş Kurtuluş Savaşı’ydı, okulda öğrendiğim, kitaplarda okuduğum.
Bir
süre geçip giden tankları seyrettikten sonra yattık. Sabah olduğunda öğrendim
ki Kıbrıs’ta savaş başlamış. Askerler oraya gidiyorlarmış. Büyüklerin
konuşmalarını hatırlıyorum. Kimse memnun değildi bu durumdan.
Her
gece aynı sesle uyanmaya başlamıştım. Gür, gür…Tank sesleri.
Yine
perdenin altından kafamı uzatıp seyrediyordum. Savaşa gidiyordu askerler.
Bağırmak, arkalarından seslenmek istedim.
“Durun,
gitmeyin; savaş orada değil, burada. Gerçek savaş burada, benim içimde. Özgür
olmak isteyen benim. İstilaya uğrayan benim. Düşmanlar sarmış dört bir yanımı.
Kuralları kafes olmuş etrafımda. Kurtarın beni, kurtarın!”
“Küçük
Kız.”
“…”
“Küçük
Kız.”
“Ah!
Kırmızı Kurdele gördün mü tankları.”
“Gördüm
Küçük Kız.”
“Savaşa
gidiyorlarmış. İnsanlar neden savaşır?”
“Özgür
olmak için.”
“Ben
de özgür olmak istiyorum. Öyleyse ben de mi savaşmalıyım? Hani benim tankım,
tüfeğim?”
“Senin
savaşın için tanka, tüfeğe gerek yok.”
“Ne
gerekli o zaman, tek başıma ne yapabilirim ki.”
“Gücün
içinde saklı, onu bul!”
“Nasıl?”
“Okuduğun
kitaplar sana yol gösterecek.”
***
“...açık bir kalp sevginin
sermayesidir!”
Bir
gün okuldan eve geldiğimde defterimin arasından bir kâğıt çıktı. İçinde şöyle
yazıyordu: “Sen gördüğüm en güzel kızsın. Seni seviyorum. Sana sarılıp,
öpebilsem.”
“Aman
Allah’ım bu da ne şimdi?”
“Bir
aşk mektubu Küçük Kız.”
“Aşk
mektubu mu? Aman kimse görmeden saklamalıyım. Hele babam hiç görmesin, döver
beni. Aşk da neymiş der, düşünmez çocuk olduğumuzu, çok kızar.”
Ertesi
gün okula gittiğimde kız arkadaşlarıma söyledim. Ne yapacağımı bilemiyordum.
“Öğretmenimize söyleyelim.” dediler. Öğretmenimiz ya kızarsa, o çocuğu döverse
diye endişelendim. Dövülmesini istemiyordum. Dövülmek çok kötü fakat bir daha
böyle bir mektup yazmamalıydı.
Kız
arkadaşlarım “Öğretmenimize söyleyelim.” dediler ısrarla.
Öğretmenimin
yanına gittim. Sıkılarak anlattım. Mektubu eline verdim. Okudu, sonra sınıfa
dönüp, “Kız öğrenciler dışarı çıksın.” dedi. Hepimiz çıktık. İçeride ne
konuşuldu bilmiyorum ama bir daha aşk mektubu almadım.
Şimdi
düşünüyorum da ne güzel yazmıştı. “Sen gördüğüm en güzel kızsın. Seni
seviyorum. Sana sarılıp, öpebilsem.” Keşke vermeseydim mektubu öğretmenime,
saklasaydım. Kalbimi kıran bunca erkekten sonra açıp defalarca okurdum şimdi.
Küçük
bir erkek çocuğun kalbi, küçük bir kız çocuğu için çarpar durur mu hala bilmem.
Bir daha öylesine masum ve temiz bir duyguyla sevilmediğimi biliyorum.
…
Sevgi
çok değerlidir. Çünkü az bulunur. Sevginin görünür işareti insanın huzur içinde
olmasıdır. Onu gözlerimizle böyle fark edebiliriz.
Toplum
insana kendisiyle ilgili her şeyin gizlenmesi gerektiğini öğretir. Oysa sevgi
açıklık ister. Duyguların dürüst bir şekilde ifade edilmesi gerekir.
Önce
kendimize karşı dürüst olmalıyız. Kendi kendimizi aldatma, bizi yanlış
yargılamalara götürür. Bunu da yanlış kararlar izler.
Bunun
da ötesinde kendimizi korumak adına duygularımızı gizlememiz ruhumuzda derin
çatlaklara yol açar. Bu çatlaklar birlikte olmayı hayal ettiğimiz insanla
aramızda uçurumların oluşmasına sebep olur.
İnsanlar,
birbirlerini sevdiklerini sanıyorlar. Hayır, aslında kendilerini kandırıyorlar.
Korku,
sevginin can düşmanıdır. Açılmaktan korkarsınız. Çünkü açıldığınız zaman
karşınızdaki insana koz vermiş olduğunuzu düşünürsünüz. Bir yere kadar
haklısınız. Kendinizle ilgili ortaya döktüklerinizi yalancı bir kalp kötüye
kullanabilir. Zaten öyle de oluyor. İnsan buna çok müsait bir varlık.
Bir
insanın, gönlünüze girmesine ancak korkmadığınız zaman izin verirsiniz.
Korkmadığınız zaman saklayacak bir şeyiniz yoktur. Ancak o zaman bütün
sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsiniz. Açık bir kalp sevginin
sermayesidir!
Aslında
sevgi, önce kendi kendimize yaşamamız gereken bir serüvendir. Ruhunuzu
zincirlerden kurtarmak, bencilliğinizden uzaklaşmak ve daha üstün amaca
odaklanmaktan başka bir şey değildir.
Daha
sonra başkalarıyla yaşayabileceğimiz serüvene dönüşür. Eğer kendimizi
sevmiyorsak başkasını sevdiğimiz koca bir yalandır.
Sevgi
gerçekten varsa, onu bir insana sunmaktan kim ya da ne alıkoyabilir ki?
Küçük
bir çocuğun gösterdiği cesareti kim gösterebilir? Bedenleri büyümüş ama
olgunlaşmamış ruhlar bunu nasıl anlayabilir?
Sevginin
kutsal olduğunu bilerek, onu yok sayan toplum, sevdaların da hikâyelerde
kalmasına sebep olmuyor mu?
Sevginin
olmadığı yerde şiddet ve öfkenin egemenliği ele geçireceğini bilmiyor muyuz?
Var
oluşunu sevgiye borçlu olan ruhlara bu zulmü neden yapıyoruz?
Sevgisizliğin
verdiği acının bedenimizi ve ruhumuzu yıprattığını görmüyor muyuz?
“Ah!
Kırmızı Kurdele, o çocuk şimdi nerede bilmiyorum.”
“Kim
bilir?”
“Keşke
onu bir daha görebilseydim.”
“Görebilsen
ne yapacaksın ki?”
“Teşekkür
ederdim, beni korkmadan sevdiği için.”
***
“...sevgi pazarlık konusu yapılmaz!”
Ülkede
ihtilal olmuş, yeni bir düzenin içinde yaşamaya başlamıştık. O zamanlar on altı
yaşındaydım. Genç kızlar sokaklarda devriye gezen askerlerle arkadaş oluyordu.
O kadar çoktular ki ellerinde silahlar yollarda bir aşağı bir yukarı gidip
geliyorlardı. Bazen peşlerine takılıp yürürdük. Onlara laf atar, nereden
geldiklerini sorardık. Çok uzaklardan gelenler vardı. Ailelerini aylardır
görmüyorlardı. İçlerinden bir tanesi “Beni ziyarete gelsene!” dedi.
“Birliğimizde küçük bir park var, ziyaretçimiz olursa orada oturmamıza izin
veriyorlar.” diye ekledi.
Onu
ziyarete gittim. Dediği gibi de oldu; izin verdiler ve parkta oturduk. Yanından
ayrılırken “Yine gel.” dedi.
Tekrar
gittim. O gün bankta otururken, birden kalktı, “Benim bir yere gitmem lazım
bekler misin? Geri geleceğim.” dedi. “Olur.” dedim ama dakikalar geçti, gelen giden yok.
Onun
kalkıp gittiği anda parka doğru genç bir kızın geldiğini görmüştüm. Birkaç bank
ileride oturan kız, sürekli bana bakıyordu. Daha sonra yerinden kalktı, bana
doğru yürümeye başladı. Yanıma geldi, “Oturabilir miyim?” diye sordu. “Tabii
oturabilirsiniz.” dedim, olacaklardan habersiz. Genç kız yanımda oturan askerin
adını sordu. Ben de söyledim. Söyler söylemez ağlamaya başladı.
“Ne
oldu, neden ağlıyorsun?” diye heyecanla sordum.
Meğerse
o da aynı askeri ziyarete geliyormuş. Bir süre bankta oturup konuştuk.
Üzülmüştüm ama belli etmedim. Çünkü genç kız benden daha çok üzgündü. Onu
teselli etmeye çalıştım. Yapacak başka bir şey de yoktu. Aradan epey bir zaman
geçti. Genç kıza “Gidelim, onun geleceği yok, zaten gelmez de.” dedim. Çünkü o
bir yalancıydı. Yalanı ortaya çıkmıştı. İki kızı birden idare edeceğini
düşünmüştü ama planı tutmadı.
Genç
kız ile birlikte banktan kalktık. Yürümeye ve birlikte oradan uzaklaşmaya
başladık. O hala üzgündü.
Yürürken
arkadan bana seslenildiğini duydum. Durduk ve ikimiz birden sesin geldiği yöne
baktık. Bizim asker koşarak bize doğru geldi.
Bana
“Gitme.” dedi.
“Neden
kalacağım ki?”
“Konuşalım.”
“Ne
konuşacağız, her şey ortada, sen bizi kandırdın.” dedim.
Genç
kıza döndü. “Beni affet. Onu kaybetmek istemiyorum.” diye söyleyince genç kız
ağlayarak yanımızdan uzaklaştı. Onun öyle üzgün gidişi hala hafızamda saklı.
Kırılan kalbini onarabildi mi bilmiyorum? Sanırım o da bir daha hiçbir erkeğe
güvenmemiştir, tıpkı benim gibi(!)
Aradan
yıllar geçti. Bu satırları yazarken tekrar o günlere geri döndüm. Yüzümde acı
bir gülümsemenin olduğunu görebiliyorum. O benden çok uzaklara, memleketine
geri döndü ama onun benzerleri yakınımda yaşamaya devam ediyor.
…
Sadakat
bir antlaşmadır. İlişkinin geleceğini belirler. Karşıdakine sunulan öyle bir
değerdir ki kimse kimseden böyle bir şey isteyemez. Kişiye duyulan gönüllü
düşkünlüktür.
Oysa
sadakatsizlik incitici olmanın ötesinde yıkıcıdır. Eğer karşılıksız sevmeyi
bilmiyorsak, beraberliği yok ederiz. Çünkü haksızlığa uğradığımızı düşünürüz.
Onca
kaba sözlere, düşüncesizce davranışlara, duygusuzca yapılan eleştirilere
tahammül ederiz de, konu sadakatsizlik olunca canavar kesiliriz. Bağışlamayız
ve bir yük gibi sırtımızda yıllarca taşırız. Ben öyle yaptım. Kalbimi kıranları
bağışlamak istemedim. Hatta onlara misilleme yaptım. Bu beni rahatlattı mı?
Elbette hayır! Aksi olsaydı aşkı hala arıyor olmazdım.
Hiç
düşündünüz mü? Sevdiğiniz insanı bir başkasının da sevdiğini bilmek, size ne
hissettirir?
Onu
paylaşır mıydınız diye sorsam, ne cevap verirdiniz?
Paylaşmak
deyince aklınıza ilk önce bedeni gelmez mi?
Yanınızda
uyuyan, sofranızda yemek yiyen, elini tutup yürüdüğünüz insanın kalbini, bir
başkasıyla paylaşır mısınız?
Ya
da tersini düşünelim. Sevdiğiniz insan başkasının yatağında uyuyor, sofrasında
yemek yiyor ve onun elini tutarak yürüyorsa... Peki, sadece onun yaşadığını
bilmek size yeter mi?
Bu
soruların cevabını bulmak zor! Sevgi pazarlık konusu yapılacak bir şey
değildir. Ne kadar sevildiğinizi ölçmek içinizde hep bir şüphenin var olması
demektir. Bu şüphe ise insanın kanını azar azar emen vampir gibidir. Bir gün
fark edersiniz ki ilişkinizi yaşatacak bir damla kanınız kalmamış olur.
***
“...güvenilir,
sevgi dolu bir dosttan korkulmaz!”
Dayım,
köyden geldi. Yatma zamanı geldiğinde evin salonuna yatağını serdim. Birlikte
yatağın üstünde oturmuş sohbet ediyorduk. Birden silah sesi duyduk. Arka arkaya
ateş edildi. Arada sırada olurdu. Caddede devriye gezen askerler ateş ederdi.
Dayım
ile ben balkon kapısına doğru adeta sürünerek gittik. Perdeyi araladık ve
caddeye doğru baktık. Bir şey görünmüyordu ama bir hareketlilik olduğu
belliydi.
Sohbetimizin
konusu birden değişti. Bir süre perdenin altında kaldık ve olanları anlamaya
çalıştık. Dayım o ara askerlerin köye geldiğini, evlerde arama yaptıklarını
anlattı. Korkuyla sordum.
“Neden
evleri arıyorlar ki?”
“Silah
arıyorlar kızım.”
Hemen
anımsadım. Dayımın duvarda asılı tüfeği vardı.
“Tüfeğini
aldılar mı?” diye sordum.
“Aldılar.” dedi. Konuşacak bir şey yokmuş gibi
susmuştuk. Sonra ben de kendi yatağıma gidip yattım.
Ertesi
gün doktora gidecekti. Ben de onunla beraber giderdim. Kalp hastasıydı, ara
sıra kontrole gelirdi.
Doktor,
dayımı gördüğünde “Sen daha ölmedin mi?” derdi. O da “Ölmedim hala yaşıyorum.”
diye gülerek cevap verirdi.
Onu
çok severdim. İri bir adamdı ama kalbi çok yumuşaktı. Onunla neler konuşuyorduk
şu an çok iyi hatırlamıyorum. Ona duygularımı, düşüncelerimi anlatıyordum. Bunu
iyi biliyorum. O da büyük bir sabır ve hoşgörüyle dinliyordu. Ondan hiç
korkmuyordum. Geleceği günü sabırsızlıkla beklerdim hep.
On
yedi yaşında bir genç kız için, harika bir modeldi. Onun da kızları vardı ve
onları çok seviyordu. Ona evlenmek istemediğimi anlatıyordum. “Neden kızları
küçük yaşta evlendiriyorlar?” diye sorular soruyordum. “Ben evlendirmem
kızlarımı.” derdi. “Babalarının yanında yaşayabildikleri kadar yaşasınlar.”
diye de eklerdi.
Beklenen
olmuş dayımın ölüm haberi gelmişti. Çok iyi bir dostu kaybetmiştim. Güvenilir,
sevgi dolu bir dosttu. Annemle babam köye gitmek için hazırlandılar. Bana
“Gitmek ister misin?” diye sormadılar bile. Kardeşlerime bakacaktım. Onlar
arabaya binerlerken, ben pencereden bakıyordum. Annem ile göz göze geldik.
Ağladığımı gördü. Ağlama der gibi işaret yaptı. Araba gittikten sonra
pencerenin önünde oturup ağlamayı sürdürdüm. Ölüm ilk kez, dayımın ölümüyle bu
kadar yakın olmuştu bana. Anneannemin ve dedemin ölümleri bende derin izler
bırakmamıştı. Çünkü onlarla çok şey paylaşmamıştım, zaten çok küçüktüm ama
dayım, benim dostumdu.
Aradan
yıllar geçti. Onu hiç unutmadım. Zaman zaman hatırlar ve hayalimde sohbet
ederim. Yüzü gözümün önüne gelir, sakinlik içindeki konuşmasını hatırlarım.
Kafasındaki şapkasıyla, sırtındaki kalın paltosuyla hayal dünyamı hala ziyaret
eder çoğu zaman.
O
sevgi dolu bir insandı. Çocukları da bu sevgiden nasiplerini almış, hatta
torunlarına bıraktığı en güzel miras. Sevgi yüklü tohumlarını yeryüzüne serpti
ve öte âleme göç etti.
Dünyanın
sevgi yüklü tohumlara ihtiyacı vardı; o da görevini yaptı.
Ya
ötekiler
…
Aradan
çok zaman geçmedi. Babamın babası hastalandı. Ayakları tutmaz oldu. Yanından
ayırmadığı bastonu da artık işe yaramıyordu. Gelecek olan belliydi, herkesin
beklediği şeydi düşünülen… Bir gün haber geldi. Dedem ağırlaşmıştı. Hepimiz
evine gittik.
Yattığı
odaya girdim. Hiç kıpırdamadan yatıyordu. Babam “Durumu nasıl?” diye sordu.
Doktor “Sabaha çıkmaz.” dedi.
Ne
korkunç bir düşünce değil mi?
Onun
gözlerindeki yaşam enerjisini bir daha göremeyecektim. Sigara kokan nefesini
hissedemeyecektim. Ona sarılamayacaktım. Babaanneme “Siktir git.” demesini
duyamayacaktım.
Bu
kötü söz bile önemini kaybetmişti o an. Ağlamaklı gözlerle odasından çıktım.
Yan odada oturdum. Gece geç vakit olmuştu. Herkes bir yere kıvrılmış yarı
uykulu halde oturuyordu.
Birden
gözümü açtım. Uyumuşum. Sabah olmuş, güneş çoktan doğmuştu. Uyukladığım yerden
hışımla kalktım. Dedemin yattığı odaya doğru koşturdum, ölmüş olduğunu
düşünüyordum.
Kapıdan
içeri adımımı attığımda, birden gülen yüzüyle karşılaştım. “Dede yaşıyorsun!”
sözü dökülüverdi dilimden.
Dedem,
sırıtarak “Öleceğim zannettiniz demek?” dedi.
Konuşmadan
ona sarıldım. Çok mutlu olmuştum. Gözümden süzülen sevinç gözyaşlarımı
görmesini istemedim.
Altı
ay daha yaşadı. Ölüm haberi geldiğinde, o gün yılbaşıydı. Bilinen şeyler
yapıldı. Onu köye götürüp gömdüler.
Uzunca
bir süre aileden ölüm haberi gelmedi.
***
“...okumayı çok seviyorum!”
Gençtim,
kendim gibi genç bir erkekle beraberliğimi yeni bitirmiştim. Hayal kırıklığına
uğramış, gelecekle ilgili planlarım alt üst olmuştu. Ne yapacağımı, bu durumdan
nasıl kurtulacağımı bilemiyordum. Nasıl yeni bir hayat kuracaktım, bilmiyordum.
Kitap
okumayı çok seviyordum. Umutsuzluğa kapıldığım zamanlarda, çaresizliğimi
okuyarak gidermeye çalışıyordum. Genellikle de kadınları anlatan kitapları
tercih ediyordum. Kaybettiğim umudu satırlar arasında arıyor, başka kadınların
yaşanmışlıklarında kendimi bulmaya çalışıyordum.
Şu
an nereden edindiğimi anımsamıyorum Elimde kalınca bir kitap tutuyor, kapağını
inceliyordum. Kitabın adı ‘Kadın’ idi. Üstelik bir kadın tarafından yazılmıştı.
Bu kadın benim yaşadığım yerden çok uzaklardaydı. “Dünyanın her yerinde
kadınlar aynı şeyleri mi yaşıyor?” diye geçirdim aklımdan.
Evimin
camla örtülmüş mutfak balkonunda oturmuş dışarıya, uzaklara bakıyordum.
Yaşadıklarım bir film gibi gözlerimin önünden geçiyordu. Gözyaşlarım aktı
akacak, kirpiklerime takılmış, öylece duruyor, fırsatını bekliyordu.
Ne
zaman aynı şekilde camın önünde oturup, uzaklara baksam, annem, “Yine uzaklara
bakıyorsun. Ne düşünüyorsun? Bir sıkıntın var senin.” diye sorardı.
Ben
de her zaman “Hiç, hiçbir şey düşünmüyorum.” diyerek geçiştiriyordum.
Bu
ayrılık kararı benim için çok zor olmuştu. Aslında kendim bile inanamıyordum.
Yaşadığım ilk gençlik aşkıydı ya da ben öyle sanıyordum. En masum duyguların
yoğurduğu bir aşktı. Sonunda evlilik hayalim gerçekleşmek üzereydi. Sevdiğim bu
genç adam için çok önemsediğim okulumu bile yarıda bırakmıştım. Aramızda eğitim
farkının olmasını istemiyordu.
“Ne
büyük yanlışlık değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Evet,
bu ilk yanlışın Küçük Kız.”
“Sana
ihanet ettim.”
“Senin
seçimindi.”
“Bedelini
çok ağar ödedim.”
“Ödemeye
de devam edeceksin.”
“Sesinde
sitem mi var?”
“Sitem
değil Küçük Kız, senden çok umutluydum.”
“Desene
sen de hayal kırıklığına uğradın!”
“Henüz
geç değil Küçük Kız, yaşam devam ediyor.”
Nişanlımla
zaman zaman tartışıyorduk. Fakat her seferinde barışıyor, kısa süren
dargınlıklar halinde geçiyordu günlerimiz. Her tartışmadan sonra bir demet
çiçekle eve gelir, gönlümü almaya çalışırdı. Bu tartışmalar iyice sıklaşmıştı.
İncir çekirdeğini doldurmayan sebepler yüzünden çıkıyordu hep. Son zamanlarda
iki, üç günde bir olmaya başlamıştı. Ama o, yine bir demet çiçekle geliyordu.
Evin her tarafı çiçeklerle dolmuştu. Çiçekleri koyacak vazo kalmamıştı. Onlar
da hemen solmadığı için artık ne bulursam onun içine koyuyordum. Hatta
komşulardan vazo istediğim bile oluyordu.
Ne
yazık ki tartışmalar hiç bitmiyor, aksine daha da artıyordu. Kafam iyice
karışmış, nasıl davranacağımı bilemiyordum. İçimdeki kırgınlık öfkeye
dönüşüyor, artık bu öfkeyi yatıştırmaya çiçekler de yetmiyordu.
Nişanlım
her tartışmadan sonra yüzüğünü yemek masasının üstünde duran kül tablasının
içine koyuyordu. Sanki ayrılmak istiyormuş da bana bir türlü söyleyemiyormuş
gibi...
Her
seferinde de evden çıkmadan önce yüzüğü tekrar parmağına takıyor, ertesi gün
yine bir demet çiçekle geliyordu. Bu durum böyle günlerce devam etti. Adeta
işkence halini aldı. Hiçbir zaman bunu neden yapıyorsun diye sormadım. Fakat bu
işin sonunun iyi olmayacağını hissediyordum.
Artık
sinirlerim zayıflamış, onun eve her gelişinde elim ayağım titremeye başlamıştı.
Yemeden içmeden kesilmiştim. Sinir krizleri geçiriyordum. Oysa nişanlılık
günlerini hiç böyle hayal etmemiştim. Zaten babam da çok zor ikna olmuştu. Bu
evliliği kabul etmek istememiş, zorluk çıkarmıştı. O kadar çok ağlamıştım ki
sonunda razı olmak zorunda kalmıştı. Daha sonra akan gözyaşlarımın yerini
kızgınlık, kırgınlık aldı.
Nişanlım
bir akşam evimize geldi. Yine bir demet çiçekle tabii... Elinden aldım, masanın
üstüne koydum.
Birlikte
salondaki yemek masasına oturup, konuşmaya başlamıştık ki; henüz yarım saat
olmadan yine tartışmaya başladık. Bu seferki tartışmanın konusu bir düğündü.
Kız
arkadaşım evleniyordu. Düğününe gitmiştik. Bütün çocukluk arkadaşlarım düğüne
gelmişlerdi. Birlikte büyümüştük ve aramızda ilk evlenen kız arkadaşımızın
düğününü kutluyorduk. Piste çıkmış, karşılıklı göbek atıyor, çok eğleniyorduk.
En çok da gelin eğleniyordu.
Son
tartışmamız işte bu düğün yüzündendi. Pistte dans ederken kızlar ve oğlanlar
karşı karşıya gelmiş, birbirimizin önünde oynamıştık.
İşte sebep buydu. “Neden oğlanların önünde
oynadın?” diye söylendi. Sakin bir tavırla “Bunu neden sorun yapıyorsun? Biz
arkadaşız.” dedim. Fakat tatmin olmuyordu. Tartışmayı “Onlardan biriyle evlen o
zaman.” diye sürdürdü. Yine sakin bir tavırla “Biz arkadaşız, isteseydim
onlardan biriyle evlenirdim. Ben seninle evlenmek istedim.” diye sürdürdüm
sözlerimi. Ama o hiç dinlemiyor, tartışmayı ısrarla sürdürüyordu. Sinirlerim
iyice bozulmuş, ağlamaya başlamıştım. Kendimi tutmaya çalışıyor fakat
tutamıyordum. Durumu annemle kardeşlerimin fark etmesini istemiyordum ama
dayanacak gücüm de kalmamıştı artık...
Bu
düşünceler içinde kıvranırken, nişanlımın “Şimdi sana vurursam.” diyerek,
havaya kaldırdığı elini görünce daha da yıkıldım. Bana vurmamıştı ama hareketi
vurmuş kadar acıtmıştı yüreğimi.
Henüz
nişanlıyken kalkan bu el evlendikten sonra mutlaka inecekti suratıma hatta
dayak bile yiyebilirdim ondan.
Masadan
kalktım. Banyoya gittim. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Gözyaşlarım kontrolünden
çıkmış, yanaklarından aşağıya akıyordu. Canım çok acıyordu. Kalbim asla
düzelmeyecek şekilde kırılmıştı. İnandığım, sevdiğim bu genç adam, bana el
kaldıracak kadar cahil ve hırs doluydu.
Annem
banyoya gelmiş, halimi görünce çok endişelenmişti. “Kızım ne oldu? Bu halin de
ne?” dedi. Cevap veremedim, sadece ona sarıldım, ağlamaya devam ettim. Annemin
kollarında titremeye başladım. Sanki donuyordum. Annem beni yatağına götürdü,
yatırıp üstümü örttü. Evdeki herkes bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı
artık. Kardeşlerim yanıma gelmiş olanları anlamaya çalışıyorlardı. Bense sadece
titriyor, ağlıyor, ağzımdan tek bir sözcük çıkartamıyordum.
Annemle
kardeşlerim “Dinlen biraz.” dediler, “Sakinleşince anlatırsın.” diyerek odadan
çıktılar.
Bir
süre sonra annem seslendi, “Kızım nişanlın gidiyor.” diye.
Duydum
ama cevap vermedim. İçimden “Gitsin, bir daha da gelmesin!” dedim. Artık ne
sesini duymak ne de yüzünü görmek istiyordum.
İki
saat sonra sakinleşip odadan çıktım. Mutfakta oturan annemle kardeşlerimin
yanına gittim. Her şeyi bir solukta anlattım. İçim boşaldı, rahatladım. Erkek
kardeşim “Üzüldüğün, sıkıldığın bu mu ablacığım? Sonuçta bu birlikteliği
bitirmek gibi bir seçeneğin de var. Kurtul bu üzüntüden.” diye yüreğimi
güçlendirdi.
Artık
bu beraberliğin sürmesini istemiyordum. Havaya kalkan o el, bardağı taşıran son
damla olmuştu. Masum duygularla sevdiğim bu genç adamı affetmek istemiyordum.
Babam
eve geldiğinde her şeyi anlattım. “Hemen yüzüğünü gönder.” dedi. Galiba bu
duruma da en çok sevinen o olmuştu.
Ertesi
sabah erkenden kalktım. Evdeki herkes uyuyordu. Nişan yüzüğümü bir zarfın içine
koydum. Bütün hediyeleri de bir çantaya doldurdum. Onu hatırlatacak hiç bir
şeyi istemiyordum. Çantayı götürülmek için kapının yanına koydum. Annem
uyandığında “Bu ne?” diye sordu. “Eşyaları ve yüzüğü” dedim.
Çantayı
kimsenin götürmeye gücü yoktu. Bu yüzden bir yakınımızdan rica ettik. O da
götürüp, yerine teslim etti.
Hemen
evden çıktım, halama gittim. Birkaç gün orada kaldım. Daha sonra da dayıma,
köye gittim. Uzaklaşmak istiyordum ondan. Çünkü arayacağını biliyordum. En
iyisi uzaklaşmaktı.
Daha
sonra aradılar. Nişanlım, “Bunu neden yaptın?” diye soracakmış. Eğer beni
üzdüyse özür dileyecekmiş. Neyin özrünü, havaya kalkan elin özrü mü olurmuş?
Onunla
bir daha hiç konuşmadım. Hiçbir zaman öğrenemedi onu neden terk ettiğimi.
Sonraları sorarmış, “Bunu neden yaptı, bunca yılı nasıl da silip attı.” diye.
Havaya
kalkan bir el uğruna silinen yıllarım, kaybolan hayallerim, umutlarım yok olup
gitti.
“Neden
hep, kadının suratına kalkıp iner ki bu el?”
“Zor
bir soru, Küçük Kız.”
“Ve
daha birçok kez tanık oldum. Farklı erkeklerden; babam, kocam... Sözlerinin
yetmediği yerde hep o el imdatlarına yetişti.”
“Haklısın,
bunu yaşayan yalnız sen değilsin.”
“Biliyorum
ama nedenini anlayamıyorum.”
Kararlıydım
konuşmamaya, çünkü konuşmak, affetmek demekti kendimce. Oysa benim onu
affetmeye hiç niyetim yoktu.
Annemin,
“Kızım, yine uzaklara dalmışsın. Ne düşünüyorsun?” diyen sesiyle kendime
geldim. “Hiç” dedim, “Hiç anne, öylesine işte.”
Elimdeki
kitabın kapağını çevirdim. Kadınları daha iyi anlamak ve tanımak arzusuyla
satırları okumaya başladım. Hem de bu satırların hayatımı değiştireceğini
bilmeden.
***
“...kendim olmama izin verilmiyor!”
Yüzünde
büyük bir yara izi taşıyan adam, çirkinliğine bakmadan, evleneceği kadında
güzellik arıyordu. Koyduğu kurallarla kirlettiği dünyayı yine kendi
kurallarıyla temizlemeye çalışıyordu. Aradığı saflığı kadının kalbinde değil
bacak arasında bulacağını zannediyordu.
Aradığını
buldu mu bilmem? Kendi kalbinin karanlığı öyle büyüktü ki hiçbir ışık
aydınlatamazdı onu.
Bu
adamı ilk gördüğüm gün, “Ne çirkin adam!” dedim içimden. Benimle konuşmak
istediğini söyleyince, ne yalan söyleyeyim, canım hiç istemedi. “Olmaz.” dedim.
Bizi tanıştıran arkadaşım; “Ne olacak bir saat oturup konuşsan, seni yemeyecek
ya.” dedi. “Peki” dedim, onu kırmamak adına.
Buluştuk,
geniş pencereli aydınlık bir kafeteryada oturduk.
“Ne
işim var benim burada?” dedim içimden. Konuşmak istemiyordum. Yine
sessizliğimin arkasına gizlenmiştim. Kendimi zor tutuyordum koşarak kaçıp
gitmemek için.
Yüreğim
daraldı. Gözlerim ötelerde bir yerde, aşk kokan bir bahçede; aşk şarkısı
söyleyen bülbülü arıyordu. Çare yok, bir-iki saat katlanacaktım bu duruma,
zamanın çabucak geçip gitmesini dileyerek!
O
durmadan konuşuyordu. Sesini duyuyordum ama söylediklerini hiç anlamıyordum.
Birden
irkildim. “Çok mu çirkinim?” diyen sorusuyla. “Hiç yüzüme bakmıyorsun.” diye de
ekledi.
Telaşlandım,
“Yok, yok.” dedim, utanarak. “Ayıp oldu adama, sana yakışmadı bu davranış kız!”
dedim içimden. Üzüldüm.
O
konuşmaya devam etti, ben de düşüncelerime yeniden döndüm. Uzaklara gitmek
istiyordum ama nasıl?
Bu
adam işi gereği geziyordu. Aynı yerde sürekli kalmıyordu. Birden bir ışık
belirdi kafamın içinde. Neden olmasın, bu adam sayesinde çekip gidebilirim
buralardan diye düşündüm.
Evet,
yapabilirdim bunu. Belki sonradan sevebilirdim. Yüzüne baktım ilk kez. O benim
için bir yabancıydı. Konuşkandı, evet, sevebilirdim onu. Evlilikte keramet var
demiyorlar mı? Kadın kocasını sever her halde? Birçok kadın, tanımadığı erkekle
evlenmiyor mu? “Ben...” dedim kendi kendime, “Ben de evlenirim, ne olacak!”
Görüşmeye
devam ettik. Bir ay, iki ay, üç ay… altı ay; nedense işi bir türlü resmiyete
dökmüyordu. Her görüşmemizde korkularından bahsediyor, daha evlenmeden ya
ayrılırsak diye düşünceler üretiyordu.
Babam
huzursuzdu, yine de sessizce bekliyordu. Onu sorup soruşturmuştu, hakkında
bilgi toplamak için.
“Hakkında
kötü şeyler söylemediler ama duyduğum da kafamı karıştırdı kızım. ‘Kızlarla
evleneceğim’ deyip bir süre görüşüyor, sonra da ayrılıyormuş, dikkatli ol!”
dedi
Bu
durum benim de kafamı karıştırmıştı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Yaşadığım
yerden çekip gitmek fikri benliğimi o kadar kaplamıştı ki bu ilişkiden vazgeçme
kararını uzak tutuyordum kendimden. Ne olduğunu çözemedim. Beni sürekli evine
çağırıyordu ama gitmek istemiyordum. Ona hiç güvenmemiştim.
Kimse
evliliğinden vazgeçmek istemez. İnsan zaten ayrılmak için evlenmez ki! Bu
beraberliğin ömür boyu süreceğine inanır. Ölüm ayırana kadar diye söylemiyorlar
mı? Evlilik gönüllü bir beraberlik değil mi?
Günler
arka arkaya sıralanırken, evdeki huzursuzluk daha da arttı. Ben de artık
yorulmuştum. İşin cılkı çıkmıştı.
Bu
durumu bir sonuca ulaştırmak istiyordum. Konuşmanın, duygularımı ve
düşüncelerimi anlatmanın iyi bir yol olduğunu düşünüyordum. İnsanlar konuşarak
anlaşır değil mi? Ben de bu yolu kullanmak istiyordum işte!
Ama
bu yol babam için zor ve uzun bir yoldu. Kestirmeden gitmek daha kolaydı.
Sözcükler yerine tokatların daha çok işe yarayacağını düşünüyordu.
Bir
gün işten eve geldiğimde daha kapıdan girer girmez babamın acımasız
tokatlarıyla karşılaştım. Tokatların değdiği hiçbir yer acımıyordu ama yüreğim
çok acıyordu. O gece ölmek istedim ama bunu yapacak cesaretim yoktu. Sabaha
kadar ağladım. Suçum neydi ki? Sorunları konuşarak çözmek mi? Yoksa çekip
gitmeyi istemek mi?
Ben
o adama âşık değildim ki, neden korkuyordu bu kadar? Tabii bilmiyordu, ona hiç
güvenmediğimi. Çünkü bunları konuşmuyorduk, konuşamıyorduk.
Çekip
gitmek istiyordum yaşadığım yerden. O adam benim için sadece bir kurtuluştu.
Aslında yaşadığım yer çok güzeldi. Hiç suçu yoktu onun. Ben yalnızca
geçmişimden kaçmak istiyordum.
Daha
sonra öğrendim ki insan geçmişinden kaçamıyor. Yüzüne çizgiler, saçlarına aklar
düşmüş bir kadın olarak geçmişten kurtulmanın yolunun, uzaklara gitmek değil,
tam tersine içine doğru bir yolculuk yapmak olduğunu çok iyi anladım.
Kurtulmanın tek yolu geçmişle hesaplaşmaktı.
Yine
bir gün evimizin penceresinin önünde oturmuş, dışarıyı seyrediyordum. Evimiz
ana caddenin üzerindeydi. Arabaların gürültüsü bir uğultu şeklinde bulunduğumuz
kata doğru yükseliyordu. Bense sessizdim yine, kulaklarımda yüreğimden yükselen
bir hüzün şarkısı vardı.
Annemin
“Yine uzaklara bakıyorsun, ne düşünüyorsun?” diyen sesiyle irkildim. “Hiç,
hiçbir şey düşünmüyorum.” dedim.
Oysa
kırılan kalbimi nasıl tamir edeceğimi bulmaya çalışıyordum.
O
günlerde iş yerini değiştirmişti. Onu kutlamak için mor menekşe almıştım. Yeni
odasında penceresinin önüne koyar, beni hatırlar diye düşünmüştüm. Adresi
öğrenmek için telefon ettim. Uzun bir konuşma oldu. Ona babamdan yediğim dayağı
anlattım. Ne kadar çok üzüldüğümü ve beni anlamasını bekledim. Konuşmanın bir
yerinde “Ben sana evlilik sözü vermedim ki.” dedi.
İşte
o anda olanlar oldu. Gözlerim karardı. Başım döndü. Kendimi bir solukta
pencerenin önüne attım. Dışarıdan gelen ekzos kokan havayı ciğerlerime çekerken
kanepede oturup kaldım.
Derken
hafızamı yokladım, hatırlamaya çalıştım. Bir şeyleri ben mi fark etmemiştim
acaba? Ona “Benimle evlen.” demedim. Bunu söyleyen kendisiydi. Hem bana da
değil babama söylemişti. Babam da kızım isterse olur demişti.
Şaşkınlığım
bir süre sonra öfkeye dönüştü. Elime geçse parçalayacaktım.
Oturduğum
yerden kalktım. Odama doğru yürüdüm. Giyindim. Elimde mor menekşe saksısı
merdivenlerden koşarak indim. Otobüse bindim. Boş bir koltuğa oturdum.
Ellerimin arasındaki mor menekşe saksısına ağlamaklı gözlerle baktım…
Dev
bir kuş olduğunu hayal ettim. Kanatlarına tutunup ertelediğim hayallerimin
peşinden gitmek istedim. Hem de uzaklara, çok uzaklara…
Aniden
kalktım. Dur ziline bastım. İlk durakta indim. Neredeyim diye etrafıma
bakındım. Bir arkadaşımın iş yerine yakın olduğumu fark edip o yöne doğru
yürümeye başladım. Bürosuna geldiğimde masasının başında oturmuş çalışıyordu.
Menekşe saksını ona doğru uzattım. Sevindi, “Menekşeyi çok severim.” dedi ve
gülümseyerek elimden aldı.
Yaralı
yüzlü adamı bir daha hiç görmedim. Görmek de istemedim zaten... Sonra öğrendim
ki adamın derdi benim bakire olup olmadığımı anlamakmış. Bunu nasıl anlayacaktı
acaba? Demek ki beni sürekli evine çağırmasının nedeni buymuş? Her halde bir
planı vardı. Kim bilir?
Nasıl
bir plandı bilmiyorum ama daha kalbime girip girmediğini anlamadan bacak
aramdaki zara takmış durumdaydı…
“Nasıl
bir egodur bu?”
“Bu
egolu insanlardan daha çok var, Küçük Kız.”
“Ne
kadar acımasız!”
“Sana değil, kendine karşı.”
...
Ego,
toplum tarafından yaratılmıştır. Asla gerçek siz değilsiniz. Egonuzdan
vazgeçemediğiniz sürece de kendinizi bulamazsınız.
Bütün
insanlar doğdukları zaman en saf haldedirler. Sonra toplumsal dayatmalar düşüncelerimizi
şekillendirir. Bu dayatmalar üzerinden ilişkilerimizi sürdürürüz. Kimse gerçek
bizi tanımaz ve biz de gerçek olan benlikleri tanıyamayız.
Ne
güzel olurdu, doğduğum zamanki saflığıma dönebilsem. İnsan sahte benliğini
sergiliyorsa, o zaman yaşadığı hayat da sahte olmaz mı?
Ne
büyük bir sömürü bu? Kimsenin kendisi olmasına izin verilmiyor.
Gerçek
ben, rüyalarımda yaşayan, sarhoş olduğumda ortaya çıkan, kontrolümü
yitirdiğimde derinliklerimden çıkıp gelendir.
…
İnsanı
özellikleri nedeniyle iki nitelikle inceleyebiliriz; kişilik ve karakter...
Kişilik, doğuştandır. İnsanın duygu dünyasını yansıtır. Karakter ise doğduktan
sonra iradenin kullanılıp ya da kullanılmamasıyla şekillenir.
İnsan
kendi özündeki özellikleri sergileyemiyorsa, ona yüklenen değerlerle yaşıyor
demektir.
İşte
bu değerler üzerinden insanları sevmek için bir ölçüt oluştururuz.
Yaralı
yüzlü adamın ölçüsü de birçok erkek gibi evleneceği kadında bakirelik
aramasıydı.
Toplumun
kadına olan bakış açısı, onu insan olarak değil de, fiziki bir beden olarak
algılanmasına sebep oluyor. Dolayısıyla bedenin değerli olduğu bu dünyadan
cehenneme gidecek daha pek çok insan çıkacak demektir.
Toplum
kuralları doğa kanunları değildir. Sonradan zihnimize eklenmiş, bizi mutsuz
insanlar yapan şartlanmalardır.
Toplum
kurallarını sorgulamak, gelişimin en temel şartıdır.
İşte
bu yüzden yaradan, önce kalbimize bakacak; eylemlerimize değil.
Toplum
kurallarıyla ahlak kurallarını birbirine karıştırmamalıyız. İkisi aynı gibi
görünse de bu bir yanılsamadır.
Bence
ahlak kuralları yaratıcının kurallarıdır. Bu kuralları doğadan soyutlamak çok
yanlış ve yaradılışa aykırıdır.
Sahip
olmamız istenen değerler zaten genlerimizle bize geçmektedir. Çok fazla arayışa
gerek yok.
Normlar,
gelenekler, görenekler, kurallar bizi her ne kadar şekillendirse de,
olduğumuzdan farklı ya da fazla olamayız.
Kafamızda
evirip çevirmeyelim, yaratıcıya güvenelim. Çünkü o hiç hata yapmaz.
***
“...sanatın eğitici gücü!”
Sevgi
eksikliği olan insan, aslında bir yaratma potansiyeline sahiptir. Dünyaya
küsmüş, kendini değersiz gören, kendini ve insanları sevmeyen insan, şaşırtacak
şekilde yaratıcı da olabilir.
Yetişkin
bir insan olsanız da, size söylenenler, yapılan davranışlar sizi etkilemeyi
sürdürür. Çünkü benliğinizi saran ve kırılmayı bekleyen kalın bir kabuk vardır.
Bu kabuk kırılmayınca rahatlık yakalanamaz.
Ben,
bu kabuğu sanata tutunarak kırmaya çalıştım. Şimdi farkındayım ki hayatımda
yaptığım en doğru seçimmiş.
Yaşım
otuza yaklaşmıştı. Hala mutsuz bir şekilde kuruntularla yaşamaya devam
ediyordum. Yıllarca sessiz kalmıştım.
Zihnimdeki
kargaşa ve karmaşa hayatımı boğuyor, cesaret kırıcı düşünceler ısrarla
varlığını sürdürüyordu. Beynim neye programlanmışsa onu yaşıyordum. Hayatımı
değiştirmek istiyordum ama nasıl? Oysa sanat, cankurtaran simidi gibi karşımda
duruyordu. Otobüsün camına yapıştırılmış bir afişten bana bakıyordu.
‘Fotoğrafçılık
Kursu’ olduğunu fark ettiğimde şehir otobüsüyle bir arkadaşımı ziyaret etmeye
gidiyordum. Hayatıma nasıl bir yön vereceğimi düşünürken karşıma çıktı.
Belediyenin düzenlediği sanat etkinliklerinden biriydi. Dikkatimi çekti.
Hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ayaklarım istem dışı bir güçle beni kursun
verildiği yere götürdü. İçeri girdim.
O
günün yaşamımı ne kadar çok derinden etkileyeceğini ve değiştireceğini
anlamamıştım. Orta yaşlarda bir adam, bize ayrılan yerde fotoğrafçılık hakkında
bilgi vermeye başladı. Sonra bizi -karanlık oda diye- bir yere götürdü.
“Karanlık oda mı dedin Küçük Kız.”
“Ah!
Kırmızı Kurdele, en çok sevdiğim yer biliyorsun.”
“Biliyorum
Küçük Kız.”
“Bize
fotoğraf basarak agrandizör adında bir makineyi tanıttı.”
“Ne
kadar çok heyecanlanmıştın değil mi?”
“Heyecan
mı dedin? O günden beri hayatım değişti.”
Karanlık
odada kırmızı bir ışık yanıyordu. Onun sayesinde odanın içini fark edebiliyorduk.
Elinde fotoğraf filmi vardı. Onu agrandizörde bir yere yerleştirdi. Sonra eline
beyaz bir kâğıt aldı. “Bu bir fotoğraf kartı” dedi. Sonra da “Fotoğraf böyle
oluşuyor.” diye de ekledi.
Agrandizörden
bir ışık çıktı ve kartın üstüne yansıdı. Çıkan ışık ne yapacak diye düşünürken,
hoca kartı eline aldı ve yanında duran plastik bir kutunun içine attı. İçinde
bir sıvı vardı. Kâğıt sıvıyla temas ettiğinde üzerinde yavaş yavaş bir görüntü
oluştu. Herkes kutuya bakıyordu. Başımı öne doğru eğdim, daha iyi görmek
istercesine.
Birkaç
kez daha gittim. Fakat en son gidişimde hocanın artık gelmeyeceğini öğrendim.
Çok üzüldüm. Yine terk edilmiştim. Dışarı çıkmak için kursun verildiği binanın
kapısına geldiğimde, ayaklarım beni geri götürdü. Tekrar merdivenlerden çıktım
karanlık odaya girdim.
İçeri
girince agrandizöre yaklaştım. Onu incelemeye başladım. Acaba kendim fotoğraf
basabilir miyim diye düşündüm. Fotoğraf kâğıtlarının bulunduğu kutuyu elime
aldım. Tam kapağını açacaktım ki odanın karanlık olması gerektiğini hatırladım.
Hemen ışığı kapattım. Oda karanlık olmuştu ama ben her nedense her yeri ve her
şeyi görüyordum.
Elime
bir tane kart aldım. Kartın üzerindeki görüntünün oluşmasını seyrederken,
kafamın içinde bir ışık belirdi. O an ben artık başka biriydim.
Sonra
ışığı açtım. Elimdeki fotoğrafa bakarken, içimde müthiş bir sevinç duydum.
“Artık
bir amacın vardı değil mi Küçük Kız?”
“Evet,
beni hayata bağlayacak bir amaç”
Fotoğraf
çekmenin bir sanat olduğunu öğrenmek, hayatımda engin bir pencere açtı. Bakış açımı
değiştirdi. Yüreğimde müthiş bir coşku hissettim. Fotoğraf Sanatına gönülden
bağlandım. Ona âşık oldum. Onunla yatıp kalkıyor, onunla yiyip içiyordum.
Üreteceğim fotoğraf karelerinin hayaliyle yaşıyordum.
Elimde
fotoğraf makinesi sokaklarda dolaşırken, sanki sevgilimi koluma takmış geziyor
gibiydim. Kendimi hiç yalnız hissetmedim. O da beni hiç kandırmadı. Bana el
kaldırmadı. Beni alıp engin ufuklara taşıdı.
Düşünce
yapımın da bu sanata uygun olması çok sevindiriciydi. Kendimi yeniden buldum.
İçimdeki
büyük boşluğu Fotoğraf Sanatı doldurdu. Ona olan aşkım hiç bitmedi.
Birçok
insan, ilgi ve yeteneklerinin fark edilmemesi ya da üzerinde durulmaması
nedeniyle gerçek anlamda kendilerini tanıma şansı elde edemiyor. Farkına varsa
bile motive edilmediği için,
yeteneklerini keşfedemiyor.
Yaratıcılık,
kişilik özelliği, bir yetenek olmakla beraber, duygusal bir süreç ve yaşam
biçimidir. Onun ötesinde geliştirilebilir özelliği vardır. Bunun için duyguyla
aklın en iyi bütünleştiği ‘Fotoğraf Sanatı’ndan yararlanabiliriz.
Buna
başvurduğumuz sürece ele aldığımız elemanlarla bilinçaltını boşaltır, ruhu
dinginleştirir.
Hayatınızda
düzensizliklerden rahatsızsanız ve hayatınızı güzelleştirmeyi sağlayacak
‘Estetik kişilik’ kazanmak istiyorsanız, fotoğrafı görsel bir iletişim aracı
olarak kullanabilirsiniz.
Sanat
yoluyla ifade imkânı kazanarak ruh sağlığınıza yardımcı olabilirisiniz.
Değişim
ve gelişim için tercihlerinizden biri Fotoğraf Sanatı olsun...
Fotoğraf
Sanatı bir ifade ve karakter eğitimidir. Bu eğitim sürecinde aşağıdaki sorulara
cevap bulabilirsiniz.
İyi
bir fotoğraf nasıl elde edilir? İyi bir fotoğrafçı nasıl olmalı? Fotoğrafçı
gözüne sahip olmak doğuştan bir özellik midir? Eğitimle bu özelliği kazanmak
mümkün müdür? Görsel okuma, Algılama nedir? Bakmak ve görmek arasındaki fark
nedir? Yaşanan anı tanımlamak bize ne kazandırır?
İşte
bütün bu soruların “Tekâmül” ile yakın ilişkisi olduğunu söylesem ne dersiniz?
İnsan
için değişim ve gelişim bir irade meselesidir. Ben de çocukluğumdan itibaren
sanata karşı hep sevgi besledim. Resim yapmayı çok seviyordum. Fakat altıncı
sınıftayken resim öğretmenimin bana haksız yere bağırması ve sınıfın önünde
küçük düşürmesi yüzünden bir daha resim yapmadım. Ama kardeşlerimin resim
ödevlerine yardım ettim.
Sonra
dört sene flüt çaldım. Fakat babamın izin vermemesi yüzünden ona da veda ettim.
Bir
gün kahvaltı yaparken babam, çocukluğuyla ilgili bir söz söyledi.
“Onun
söylediğini duydun değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Duydum
Küçük Kız.”
“İçim
cız etti.”
“Farkındayım.”
“Meğer
çocukken o da saz çalmak istemiş.”
“İzin
vermemişler.”
“Evet,
ne ironik değil mi?”
“Bana
da kendi izin vermedi.”
“O
da engellenmiş bir çocuk Küçük Kız.”
“Ah!
Kırmızı Kurdele onu en iyi ben anlarım, değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız.”
“Onu
bağışlamalıyım.”
“Bunu
yapabilecek misin?”
“Zor
ama yapmalıyım. Keşke, sanatı ne kadar çok sevdiğimi anlayabilseydi.”
“Keşke
deme, “keşke” sözü şeytanın en çok sevdiği sözdür, Küçük Kız.”
“Galiba
korktu benden.”
“Onun
korktuğu senin özgür ruhundu Küçük Kız.”
“Belki!”
“Sanatın,
ruhu ne kadar geliştirip olgunlaştırdığını bilmiyor Küçük Kız.”
“Oysa
sanat yaratıcılığı geliştirir değil mi?”
“Evet,
sanat eğitiminin böyle bir işlevi var, Küçük Kız. İnsanda her türlü yeteneğin
ortaya çıkmasına neden olur.”
Sanat
ile duygularımızı, elimizdeki malzemeye aktarırken yaşam zenginleşir. Çevremize
ve hayata farklı bir gözle bakmasını öğreniriz. Gelişiriz; duyan, gören,
düşünen, yaratan biri haline geliriz.
Çocuğun
ileride bir yetişkin olacağını düşündüğümüzde, bu eğitimin hedefi çok büyüktür.
İçinde yaşadığı dünyayı kavramasında, hissettiği şeylere karşı tepki
göstermesinde çok önemli rol üstlenir.
Sanat
eğitimini bir bütünlük içinde düşündüğümüzde; birey ve toplumun can damarı
olduğunu görürüz.
Her
şeyden önce bizim için önemli olan, nasıl bir insan yetiştirmek istediğimiz
değil mi? Bireyin kendisine, içinde yaşadığı topluma ve dünyaya var olduğunu
anlatması belki de karşılaştığı en zor deneyim.
Yaratıcılığını
hissettiği alanda kullanıp geliştirebilen her çocuk, kendi kendine yetebilen,
yaşantısındaki zorlukları yenebilen bir yetişkin olacaktır.
İnsan,
içgüdülerini yararlı biçimde kullanma yolunu, ancak becerilerini ortaya
çıkarmakla bulabilir.
Sanatın
eğitici gücü, akıl ve duyguyu bir bütün haline getirir. Hatta ikisi arasındaki
işbirliği özgür insanın da yolunu açar.
Shiller,
“Duygusal insanı akıllı yapmanın tek yolunun, onu önce sanatsever yapmak.”
olduğunu söylemiş.
Sanat
eserinde ortaya çıkan özgür tavır, yalnız onu yaratanı değil, onunla iletişim
kurabilen bütün insanları da özgürleştirir.
Ailemin
sanattan uzak yaşaması benim de hayallerimin kül olup uçup gitmesine neden
oldu. Öyle de olsa çok değer verdiğim sanatın, ucundan kıyısından tutunmaya
çalıştım.
Fotoğraf
Sanatıysa, tutunmaktan öte bir fırsat tanıdı bana.
Fotoğrafın
eğitim süreci çok zevkli ve neşeli geçti. Onunla bir arkadaş gibi kol kola omuz
omuza yürüdük. Bu eğitim sürecinde öğrendiğim en önemli şey şuydu:
“Fotoğraf
çekilmez, yapılır!”
Ben
fotoğraf yapmak için çabalarken aslında kendimi yeniden yaratmanın sürecine
girmiştim. Farkındalığım artmış, dünyaya ve kendime daha geniş bir açıdan
bakmaya başlamıştım.
Bunun
verdiği heyecanla üniversite sınavlarına yeniden girdim. Korku dolu heyecan
içinde sonucu bekliyordum. Çünkü fotoğraf bölümü on beş öğrenci alıyordu.
Sonuç
umduğum gibi olmadı, on altıncı kişi olarak kazanamadım.
Sınavı
kazansaydım hayatım nasıl olurdu hala düşünür dururum. Zamanı geri almak mümkün
değil tabii. Ama pratik ve teorik eğitime hiç ara vermedim. Sanki okula
gidiyormuş gibi çalıştım. Bir fotoğraf stüdyosunda işe girdim. Mücadeleye devam
ettim, yılmadan, usanmadan çalıştım, çalıştım…
Sanat
benim için ulaşılması gereken bir hedef olmuştu. Onunla iç içe yaşamaktan çok
mutluydum.
Yurt
dışına gitme hayalleri kuruyordum. Karşıma bunu yapabilecek bir fırsat da
çıkmıştı. Evlenip gidecek, orada fotoğraf sanatı eğitimi alacaktım.
Olmadı.
Yapamadım.
Çünkü
cesaretim yoktu.
…
Cesaret,
gerçekleşmesi zor ya da imkânsız olduğu düşünülen bir işe girişirken, kişinin
kendinde bulduğu güven duygusudur.
Kendine
güvenmek, kendimiz hakkında bizim ve çevremizdeki insanların yargılarına
bağlıdır.
Yargı,
kendi kendimize ve çevremizdeki insanların karşılaştırma yaparak
değerlendirmesi sonucunda, durumumuz hakkında eleştirici bir sonuca varılması
demektir.
İnsan
kendi yeteneklerini iyi tanırsa başarılı olacağına inanır. Koyduğu hedefe daha
çabuk ulaşır.
İnsan
öğrenebilme becerisine sahiptir. Cesaret işte bu beceriyi kullanabilme
dürtüsüdür aynı zamanda... Ne yazık ki benim dürtüm iyi çalışmadı. Yalnız
kalmaktan, başarısız olmaktan korktum.
Oysa
şimdi yalnızım ve hayatım yarım kalmış başarılarla dolu. Bir şey değişmedi.
Eğer biraz cesur olsaydım. Çekip gidebilseydim, her şey daha başka olabilirdi.
“Keşke”
şeytanın en çok sevdiği sözmüş ya, insan zihnini, zehirli bir sarmaşık gibi
sarıp sarmalar, öldürmez ama acı çektirir.
Yıllar
çoktan geçip gitmiş, geriye kalan sadece çocukça gülümsemem.
…
“İnsan
bir hedefe ulaşmak isterken engellenirse hoş olmayan bir duygu yaşıyor.”
“Yüreğinde
bir kaygı oluşur, Küçük Kız.”
“Bu
kaygı hedeften uzaklaşmaya, vazgeçmeye neden oluyor değil mi, Kırmızı Kurdele?”
“Evet,
ama bazıları çok daha zor bir yolu seçiyor, Küçük Kız.”
Gençlik
dönemi, “Ben kimim?” sorusunun en çok sorulduğu dönem. Bu sorunun cevabını
ararken, genç insanın baskılanması çok yanlış bir davranıştır. Bu baskının iç
çatışma yaratacağı kuşkusuz. Bu içsel çatışma bazen insanın kaçış yolları
aramasına neden olur. Bu durumda bir kadın için en kolay yol evliliktir.
“Bana
göre evlilik, bir şekilde karşılaşan iki insanın karanlığa saplanmasıdır,
Kırmızı Kurdele.”
“Bu
karanlıktan da hiç çıkmak istemezler nedense Küçük Kız?”
“Evet,
sanki bir ittifak halindedirler.”
“Galiba
insanlar karanlığı seviyorlar, Kırmızı Kurdele.”
“Kim
bilir?”
Her
iki insan da birbirini kendisine benzetmeye çalışır. Bu da evin içinde ‘Yuva’
denilen taştan, topraktan yapılmış bir yapının içinde, soğuk bir savaşın
çıkmasına neden olur. Bu soğuk savaş kadının karşı koymasıyla çoğu zaman sıcak
savaşa dönüşür.
Acı
çekeriz. Ağlarız. Hayatımızdan vazgeçeriz. Sonra da buna “Evlilikte keramet
var.” deyip diğer insanlara öneririz. Ne kadar anlamsız?
Kendi
yaşadığımız karanlığın içine başkalarını da çekeriz. Galiba kalabalık olunca
karanlıktan korkmuyoruz. Ya da bize öyle geliyor?
Evlilik,
birbirine hakaret etmenin en meşru yoludur. Bir sığınak olarak hep karşımızda
durur. Sığınırız ama çok geçmeden sığındığımız yerin örümcekler, yılanlar,
akreplerle dolu olduğunu fark ederiz.
Bu
kez yanlış yerde olduğumuzu anlarız. Ne yazık ki çıkış kapısı engellerle
dolmuştur. Artık orası iki ayrı dünyalarda büyümüş insanın yaşayabildiği
alandır. Birbirlerine acı çektirmekten zevk alırlar. Güç gösterisinde
bulunurlar, yenilgiyi asla kabullenmezler.
En
büyük tuzağıysa bitip tükenmeden verdiğimiz ödünlerdir. Oysa kendimize zarar
veririz. Bunu da aşk adına yaptığımız yalanını söyleriz.
Ayrılmak
istediğimizde, bir şarkı, bir fotoğraf ya da bir çocuk alıkoyar bizi çekip
gitmekten. Bu durum bizi mahveder ve bir işkence makinesine bağlanmış gibi hayatımızı
sürdürmemize neden olur. Sonra acıya alışırız ve onsuz yaşayamayacağımızı
düşünürüz.
“Evlilik,
kadının erkek gibi davranmasını kaldırmaz.”
“Yani
demek istiyorsun ki Küçük Kız, kadına yüklenilen görevi yerine getirdiği sürece
devam eder, öyle değil mi?”
“Doğru,
evlilik, esareti seviyor, Kırmızı Kurdele.”
“Bence
bağımlılığı da sever.”
“Bunu
engelleyecek sosyal etkinlikler onu tehdit ediyor değil mi?”.
“Evlilik,
sığınılacak bir yer değildir, Küçük Kız.”
“Tam
aksine bizi esir alıyor.”
“Anlamsız
bir inatlaşmadır, Küçük Kız. Çoğu zamanda bir savaş gibi algılanır.”
“Ah!
Kırmızı Kurdele, bu savaşın galibi yok; biliyor musun?”
“Tabii,
gönüllü olarak teslim olmadıkça…”
“Bence,
evliliğin dışında hayalleri olanlar evlenmemeli, öyle değil mi Kırmızı
Kurdele?”
“Bence
de ama hiç mutlu olan yok mu?”
“Var
tabii. Ortak hayali olanlar başarıyorlar bunu.”
“Ortak
hayal, imkânsız değil Küçük Kız.”
“Bunun
için özgürce konuşmak gerekiyor. Utanmadan, çekinmeden hayallerimizi
birbirimize anlatabilmemiz gerekiyor.”
***
“...“Ben kimim?” diye sormaktan
yoruldum!”
Yıllar
önce bir dikiş atölyesine kurs için gittiğimde on yedi yaşındaydım. Babam
evimizin bitişiğinde oturan komşumuzla kursa gitmeme izin vermişti. Fakat kurs
yerinin Alsancak Semti olduğunu öğrenince göndermekten vazgeçti, çok istememe
rağmen. Çünkü bir genç kız için uygun yer değilmiş.
Çalışmaya
başladığımda yirmi beş yaşındaydım. Yolum yine aynı yere düşmüştü. İş hayatımın
büyük bir kısmını da burada sürdürdüm. Dernekler, sergi salonları, dershaneler,
pastaneler, barlar hep buradaydı.
Korkmuyor
değildim. Karşıma çıkacak herkese “Kötülük mü yapacak acaba?” diye bakmaktan
kendimi alamıyordum. Nasıl bir kötülük bekliyordum bilmiyorum ama en iyi
dostlarımı da burada tanıdım.
Evlendim,
yine Alsancak’da bir evde oturmaya başladım. Nedense kopamıyordum, İzmir’in bu
çekici, hareketli mahallesinden. Uzun yıllar daha oturmaya devam ettim.
“Çocuğun
olduğunda da mı burada oturacaksın?” diye soran arkadaşlarım vardı. “Neden
olmasın?” derdim. Onlar da “Görmüyor musun her yer dönme dolu?” dediklerinde,
“Ne var ki bunda, bana zararları dokunmuyor.” diyerek cevap verirdim.
Sokakta
yaşayanlarıyla, kordonda banklarda uyuyanlarıyla, travestileriyle, köşe
başlarında gece vakti iş isteyen kadınlarıyla, sarhoşlarıyla, güvercinleriyle
seviyordum burayı.
Karşıyaka
vapurunun Alsancak Limanı’na yanaşmasıyla, iskeleye atlayarak inip işlerine
koşturan insanlarıyla, bunca hayat pahalılığına rağmen ceplerindeki son parayla
oturdukları kafeteryalarıyla da sevdim.
Siz
hiç güneşin doğuşunu kordonda seyrettiniz mi? Ya batışını? Peki, hayal kurdunuz
mu koca bir kızıl tepsi gibi göründüğünde arkasından?
Kıbrıs
Şehitleri Caddesi’nden geçtiniz mi hiç? Kaç âşık geçmiştir kim bilir onun
üzerinden.
Çorba
içtiniz mi? Gecenin bir yarısı.
Manisa
kebap yediniz mi? Şöyle yoğurtlu, soslu.
Ya
kestane?
Ya
kokoreç?
Ya
buzlu badem?
Ya
Osman’ı dinlediniz mi hiç şarkı söylerken? Gördünüz mü? Elinde şarap şişesi
‘dağlar dağlar’ şarkısını söylerken.
Siz
olsanız kızınızı gönderir miydiniz çalışmak için?
Bunun
yanıtını düşünmeyin. Kötülük her yerde var, sizin içinizde yoksa sorun yok…
…
Süslenmelerime,
gezmelerime kuşkuyla bakıldı. Bedenime karşı yapılacak cinsel saldırılara açık
olmak olarak algılandı. Gemlenen ve dizginlenen kız olmanın edepli görüldüğü
bir kültürde, başının çaresine bakabilen, becerikli bir kadın olarak kötü damga
yiyebilirdim. Benden önce yaşayan ve benden sonra yaşayacak pek çok kadın gibi,
hayatını kılık değiştirmiş bir yaratık olarak yaşamaya devam etmem beklendi.
Beklentilere karşılık vermeyince, önüme sunulan seçenek evlilik oldu.
“Eğer
evlenirsen kötü kız olmaktan kurtulacağın düşünüldü, Küçük Kız. Sonuçta başında
bir kocan olacaktı. Cinsel saldırısını daha meşru yolla yapabilecek biri
olacaktı.”
“Alarm
sistemleri henüz gelişmemiş genç bir kadın olarak yargılama hatası yaptım.”
“Babanın
sevgi dolu rehberliği olmadan daha yolun başında kaçınılmaz olarak bir ava
dönüştün Küçük Kız.”
“Evet,
böylece yazgımın yolunu çizen evlilik, hayatıma teşrif ett.”
“Kendini
evcilik oyununun içinde buldun, Küçük Kız.”
“Bana
ait hayat için yaltaklanmam, alçalmam, yalvarmam beklendi.”
“Haklısın
Küçük Kız, uslu bir kız olup boyun eğmen beklendi.”
“Oysa
ben bir karacaydım. Dağlarda özgürce koşmak için yaratılmıştım.”
“Peki
ya pusuda bekleyen kurtlar, Küçük Kız.”
“Zaten
pusuda bekliyorlarsa kendimi nasıl koruyabilecektim ki?”
“Biliyorum,
içgüdüsü zedelenmiş genç bir kadın olarak seçme gücün yoktu.”
“Ah
Kırmızı Kurdele! Olduğum yere çakılıp kaldım, kıpırdayamadım.”
“Sen,
savunmasız bırakıldın ve terk edildin, Küçük Kız.”
“Boğazım
kurdun dişleri arasında kısılıp kaldı. Sonunda çırpınmaktan yoruldum ve boyun
eğdim.”
“Biliyorum,
o adamın yaptığı evlilik teklifini kabul ettin.”
“Başka
çarem yoktu. ‘Babam bul birini evlen git.’ dedi.”
“Gidecek
yerin yoktu. En azından bir evim olur dedin ama daha çok bir kurtuluştu sanki.”
“Sabaha
kadar ağladığım için şişmiş gözlerle işe gittiğimde patronum olan o adam,
“Üzülme ben evlenirim seninle” dediğinde aradığımı buldum sandım.”
“Gerçek
sevgiyi bulabilseydin mutlu olurdun Küçük Kız.”
“Özgürce
yaşamak yerine, sahte bir hayatı yaşamaya başladım, Kırmızı Kurdele.”
...
Yine
bir sabah erkenden uyandım. Ekmek almak için dışarı çıkacaktım; salondaki
pencerenin önüne geldim. Perdeyi aralayıp, dışarıya baktım. Bardaktan
boşanırcasına yağmur yağıyordu. “Bugün taze ekmek alamayacağım sanırım. Dünkü
ekmekten yeriz.” diye düşündüm.
Yanılmışım;
hizmetin iyi günde de, kötü günde de olduğunu unutmuşum. “İyi günde, kötü günde
ölüm sizi ayırana kadar.” evlenirken böyle demiyorlar mı?
Eşimin
sesiyle irkildim düşüncelerimden. Yataktan kalkmış, salon penceresine
yaklaşmıştı. Perdeyi araladı, dışarıya bakarken “Bugün ekmeği sen alır mısın?”
dedi.
Sanki
ekmeği her gün ben almıyorum. “Gazeteyi de sen al.” demesinin ardından yine
sessizliğime sığındım. Sığınmadım gömüldüm. Oysa ben, “Bugün çok yağmur
yağıyor, dışarı çıkma.” demesini beklerken, hizmetin yağmur, çamur, kar, dolu,
kış, kıyamet dinlemeyeceğini çoktan unutmuştum.
Şeker
miydim eriyecek?
İşte
o an fark ettim ki ben aslında onun için sadece sadık bir hizmetkârdım.
Hayat
kendiliğinden ne iyidir, ne de kötü. Onu iyi ya da kötü yapan bizleriz. İyilik
beraberinde boyun eğmeyi de getiriyor. Belki her isteği kabul etmenin altında
bu yatıyordur.
“Kendini
kandırma Küçük Kız.”
“Ne
demek istiyorsun?”
“Sen
‘Hayır’ demesini bilmiyordun.”
Bir
saat sonra iş yerindeyim. Radyoyu açtım. Sabahları dinlediğim bir adam vardı.
Pek akıllı birine benziyordu. O sabah, kendi ayakları üzerinde duran
kadınlardan söz etti.
Güldüm;
“Kendi ayakları üstünde duran kadınlar mı?” dedim içimden. Ne beceriklidir
onlar. Kimseye ihtiyaçları yoktur ama birilerinin ihtiyaçları olur onlara.
Hep
daha fazlasını isterler onlardan; iyi çalışmak, iyi yemek yapmak, iyi seks
yapmak…
Siz
hiç kaprisli bir erkek gördünüz mü? Ben gördüm, üstelik yıllarca da yaşadım
onunla. İstediği bir şey olmadı mı küserdi.
Çok
yetenekliydim, elimden gelmeyen iş yoktu. Saygı gördüğümü düşünmeyin sakın.
Acaba
mutluluk başka bir insanı kullanmaktan mı geçiyor? Oysa onun mutluluğu, benim
yavaş yavaş yok olmamdı. Bunu seziyordum.
Uzun
bir süre çocuk doğurmamı istemedi. Çünkü ona eskisi gibi hizmet edemeyeceğimi
biliyordu. “Çocuğun olursa sevgin ikiye bölünür.” derdi. Oysa onun bütün derdi,
benim gibi bir köleyi başkasıyla paylaşmamaktı, bu kendi çocuğu bile olsa…
“Sahip
olduğum özelliklerimi düşündüğümde, hepsini kabullenmem gerektiğini biliyorum.”
“Hepsinden
hoşlanmak zorunda değilsin, Küçük Kız.”
“İçimden,
kötü biri değilsin desem de, evet ben oyum, zayıf biriyim.”
“Kendine
karşı acımasız olma.”
“Kendimi
yargılamak istemiyorum Kırmızı Kurdele, kimse de beni yargılamasın.”
“En
acımasız yargılamayı insan kendi kendine yapar, Küçük Kız.”
“Berbat
bir insan olduğuma karar vermek istemiyorum.”
“Olumlu,
olumsuz bütün özelliklerin sana yol göstermek için var, Küçük Kız.”
“Kabul
ettiğim, etmediğim, gizlediğim, gizlemediğim, yansıttığım, yansıtmadığım tüm
özelliklerim, beni ben yapan özelliklerim değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız.”
“O
halde benim hakkımda ne düşünüyorsun?”
“Bunun
önemi yok, sen kendin hakkında ne düşünüyorsun?”
“Yıllarca
hep başkaları ne düşünüyor diye düşünmedim mi?”
“Herkes
gibi, Küçük Kız.”
“Kabul
etmek istemediğim, tiksintiyle bakacağım insanları, bir mıknatıs gibi kendime
çektiğimi fark ettim.”
“Gerçek
mucizenin sevmediğimiz özelliklerimizi fark ettiğimizde ve onları kabul
ettiğimizde gerçekleşeceğini söylesem, inanır mısın Küçük Kız.”
“İnanmayı
çok isterim, Kırmızı Kurdele.”
“İnan
Küçük Kız, inan.”
“Hayatımda
istemediğim insanları dev bir “Dur” işaretiyle durdurmak istiyorum.”
“Bu
direnç nereden geliyor, belli ki çok derinden Küçük Kız.”
“Hayatıma
giren insanlara karşı nasıl bir yargılama yaptığıma bakıyorum. Biliyorum ki o
yargılar beni kendime götürecek.”
“Ne
düşünüyorsan o’sun Küçük Kız.”
“Benliğim,
yaşamımdaki yanlışlardan ötürü başkalarını suçlamaktan yorgun düştü.”
“Çünkü
kırgınlıklara, küskünlüklere tutunmak daha kolay Küçük Kız.”
“Yaralarıma
tutunmak, hayallerimi gerçekleştirememem zayıflık değil mi?”
“Oysa
değişmek için sadece saniyeler yeter Küçük Kız.”
“Eğer
her sabah kendimi değersiz hissederek uyanıyorsam, elimden ne gelir?”
“Bunu
belli etmemek için verdiğin çaba, daha uzun zaman istemiyor mu?”
“Kendime,
değerlisin demek, kendimi değerli hissettirecek mi gerçekten.”
“Hiçbir
şeye yaramayacağını düşünerek yaşamak çok daha zor değil mi?”
“Tüm
bu acı değersiz olduğumu kabullenememem yüzünden.”
“Olumsuz
özelliklerini kabullendiğinde kimsenin, onayını almana gerek kalmayacak Küçük
Kız.”
“O
zaman özgür olacağım.”
“Bu
durumda sen, hem değerli hem değersiz, hem çirkin, hem güzel, hem tembel, hem
çalışkan olduğunu biliyor olacaksın.”
“Ah!
Kırmızı kurdele, “Ben kimim?” diye sormaktan yoruldum. Kendimden utanıyorum.”
“Kendini
sadece güçsüz ve bencil hissettiğinde utanç duymalısın.”
“Bunun
için gerekli olan içsel mücadelem hiç bitmeyecek.”
“Eğer
bu deneyimlerini geçirmemiş olmasaydın, hayatında bugün kim olmayacaktı?”
“Oğlum!”
***
“...doktorum “Başardın” dedi!”
Bir
gün kocam, “Sen kısırsın!” deyince, şaşırmakla beraber “Bunu da nereden
çıkardın?” diye sordum.
“Çünkü
hamile kalmıyorsun.”
“Sanırım
doğum kontrolü diye bir yöntem var.”
“Sen
korunuyor musun?”
Bu
kez o şaşırmıştı.
“Sen
korunmadığına göre, bunu yapmak bana düştü.” dedim.
Gerçekten
de hiç düşünmüyor, her fırsatta da çocuk istemediğini söylüyordu. Ben de bu
sorumluluğu tek başıma almaktan korktuğum için dikkatli davranmak zorunda
kalmıştım.
Doktoruma
kontrol için gittiğimde “Ne zaman doğurmayı düşünüyorsun?” diye soruyordu.
“Yaşın ilerliyor, sonra istesen de olmaz!” diye beni uyarıyordu. Bu kararı tek
başına vermek hiç de kolay değildi. Bir çocuğun sorumluluğunu tek başına
yüklenmek gerçekten zor bir işti. Karar vermekte zorlanıyordum.
Yine
de bir gün içime hamile olabileceğim şüphesi doğdu. Hemen eczaneye gidip bir
hamilelik testi aldım.
Kocam
o geceyi uyuyarak geçirdi. Ben ise hiç uyumadım. Test, sabah ilk idrara
uygulanıyordu. Güneş doğduğunda içimde sıkıntıyla karışık bir heyecan vardı.
Tuvalete girdim, bir elimde idrar kabı diğer elimde test aparatı. İdrarı
aparatına damlatmadan önce, kafamın içinden de binlerce düşünce geçti. Yine her
zamanki gibi yalnızım diye düşünüp, idrarı damlattım. O küçük alet bana hamile
olduğumu gösterdi. Bu sefer korkuyla karışık bir heyecan duydum. “Şimdi ne
yapacaksın kız?” diye de sordum kendime... Kocam aldıracaksın diye tutturursa
ne yapacağım.
Sonra
salona doğru yürüyüp, kendimi koltuğa attım. Orada ne kadar kaldım bilmiyorum.
Kocamın sesiyle irkilip, düşüncelerimden hemen uzaklaştım. Yatağından kalkmış,
kapının girişinde bana bakıyordu.
“Haberler
nasıl bakalım, bir vukuat var mı?”diye sordu. Durumu anlamıştı.
“Hamileyim.”
“Ne
yapacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“Günlerin geçtiğinin farkındasın değil mi?”
“Ne
önemi var.”
“Aldırmak
için geç kalabilirsin.”
“Aldırmamı
mı istiyorsun?”
“Aldır
diyemem, buna hakkım yok. Anne olmak senin hakkın; karar senin.”
Aylar
geçti, doğum günü geldi. Hastane odasında bekliyorum. Hemşire geldi. Beni alıp
doğum odasına götürürken hissettiklerimi anlatacak sözcük bulamıyorum. Şu an
bile aynı heyecanı yaşıyorum, elim ayağım titriyor.
Oğlumu
göbek kordonuyla birlikte çekip çıkardıklarında dünyanın en mutlu insanı
bendim. Hem gülüyordum hem ağlıyordum. Doktorum yüzünü bana doğru yaklaştırdı
ve “Başardın!” dedi. Dudaklarımın, oğlumun yüzüne ilk değdiği anı unutmam
mümkün değil.
Oğlum
şimdi on iki yaşında, bugün bile hala o sevgiyle öpmeyi sürdürüyorum. Sanırım
bu sonsuza kadar sürecek bir aşk, coşkusu hiç bitmeyecek bir duygu.
Zaman
su gibi akıp geçiyordu. Oğlum büyüyor, yürüyor, konuşuyordu. Onunla vakit
geçirmek çok eğlenceliydi.
Bildiğim
her şeyi ona öğretmek istiyordum; en başta da okuma-yazmayı. Defterler dolusu
kelime yazdım, resim yaptım. O da benden görerek duvarlara resim yapmak
istiyordu, hiç engel olmadım. Evin duvarları yaptığı resimlerle doluydu. Hiç
kızmadım, hiçbirini silmedim. Çünkü yaptıklarının değerli olduğunu ona ancak
böyle anlatabilirdim.
Sürekli
oyun oynadık. Birlikte çok eğlenirdik. Hiç şikâyet etmedim. Onun iyi yetişmesi
için elimden geleni yaptım, yapmaya da devam edeceğim.
Okula
başladığında hem okuyor, hem de yazıyordu. Ben de tekrar onunla birlikte okul
günlerime geri dönmüştüm. Sanki her şeyi yeni baştan yaşamaya başlamıştım.
Bir
gün oğlum, bana bu kadar şeyi nasıl bildiğimi sordu. Çünkü sorularına hiçbir
yere bakmadan cevap verebiliyordum.
Okumayı
çok sevdiğimi, okula giderken hiç kimsenin bana yardım etmediğini anlattım. Bu
yüzden çok çalışmak ve araştırmak zorunda kalmıştım.
Bunun
için hayıflanmıştım hep. Oysa şimdi çok seviniyorum. İyi ki de öyle olmuş,
çünkü aksi olsaydı, şu an bu satırları yazıyor olamazdım.
Ona
keyifle Einstein’ın dünyanın en zeki insanı olduğunu ve çocukluğunda geri
zekâlı diye okuldan atıldığını anlattım. Esprili, neşeli kahkahasıyla
tanındığını, aydın, hümanist, alçakgönüllü, kibirsiz bir insan olduğunu,
okumayı ve araştırmayı çok sevdiğini söyledim.
…
Bir
gece salonda minderlerin üstünde oğlumla oynarken, kocam, “İyi ki beni
dinlemedin, doğurdun bu oğlanı.” dedi. “Bu kadar güzel olacağını
düşünmemiştim.” diye de ekledi.
Gülümsedim,
içim burkularak. “Ben de hiç pişman değilim.” dedim. Onları oyun oynarken
seyretmeye koyuldum. Hamileliğimde yaşadıklarımı, o sıkıntılı günlerimi
hatırladım. Komşularım “Hiç bu kadar mutlu bir hamile görmedik.” dediklerinde,
gülerdim. Tek düşüncem onu sağ-salim dünyaya getirmekti.
Kocam
sık sık “Bu dünyaya mı çocuk doğuracaksın, görmüyor musun ne kadar kötü?”
derdi. Ben de, “Esas ben ve benim gibiler doğurmalı, dünyanın iyi yetişmiş
insanlara ihtiyacı var.” derdim.
***
“...ölüm; hayatın gerçek yüzü!”
Kocam,
oğlumla birlikte erkenden kalktık. Oğlumun okulu çok erken saatte başlıyordu.
Geç kalmak üzereydik. Telaşla giyindik. Ayakkabılarımızı giyiyorduk ki, birden
telefon çaldı. İçim cız etti. Pek hayra yormadım. Tedirgin bir şekilde
telefonun ahizesini elime alıp “Alo!” dedim.
Karşıdan
gelen ses babamın sesiydi. “Kızım...” dedi. Sözünü tamamlamadan “Kötü bir şey
mi oldu?” diye sordum. Babam konuşmakta zorlanıyordu. Söylemek istediğinin
boğazında düğümlendiği belliydi.
“Hakan!”
dedi. Soluksuz, “Ne olmuş ona, yoksa vuruldu mu?” diye sordum. O an aklımdan
geçen yaralanmış olmasıydı. Hakan, dayımın küçük oğluydu ve polisti.
Babam,
“Onu kaybettik kızım.” dedi.
Kaybetmek
deyince insanın aklına pek çok şey gelebilir. Çünkü insan her zaman bir şeyler
kaybedebilir. Hatta gider yenisini alır. Fakat bir insanı sonsuza kadar
kaybetmek, onu bir daha hiç göremeyeceğini bilmek, ona bir daha hiç
dokunamayacağını düşünmek... İşte bu his
yüreklere sığmayacak bir acıydı.
Sanki
göğsümün tam ortasına bir bıçak saplanmış, gövdem iki büklüm olmuştu. Elim
ayağım uyuşmuştu. Güçten kesildim. Yere yığılacakmış gibi oldum. Boğazımdan zor
çıkan bir sesle “Nasıl olmuş?” diye sordum.
“Sobadan
zehirlenmiş kızım.” dedi babam.
“Çocuklar,
onlar da mı?”
“Onlar
anneleriyle birlikte köydeymiş. O, evde yalnızmış.” yanıtını almanın ardından
“Sonra tekrar ararım. Cenazeyi ne yapacaklar, haber veririm.” diyerek telefonu
kapattı.
Ağlayarak
kapıya yöneldim. Ayakkabılarımı giydim. Merdivenlerden indim. Sokakta yürürken
eşime dönüp, “Oğlanı okula sen bırak, ben daha fazla yürüyemeyeceğim.” dedim.
Fakat oğlum ağlamaya başladı. “Sen gelmezsen ben de gitmem.” diye tutturdu. Onu
okula götürmek zor oluyordu sabahları, canı istemiyordu. Benim zorlamamla
gidiyordu.
Oğlum
da şaşkındı. Kötü bir şey olduğunun farkındaydı. Ama ne olduğunu anlayamamıştı.
Zaten ölümün ne olduğunu da bilmiyordu. Hep birlikte okula doğru yürüdük.
Ağlamama engel olamıyordum. Ağlayarak sokaklardan geçtik. Onu okula bırakınca,
iş yerine doğru yöneldik.
Eşimin
“Çorba içelim mi?” sözüyle irkildim. Yüzüne baktım ve cevap vermeden yürümeye
devam ettim.
Bir
insanın ağzını, yüzünü, kolunu, bacağını, gözünü, kaşını görebilirsiniz. Ama
onun yüreğini görmek, işte, bu çok zor!
Ne yazık ki hayatımı yüreğimi görmeyen bir adamla geçiriyordum.
Acaba
bir insan acı içindeyken açlığı düşünebilir mi? “Acıyan yer başka, acıkan yer
başka.” derler ya, işte bunun için söylemişler sanki. Yine onun, “Şimdi ne
yapacaksın?” diyen sorusuyla tekrar dünyaya döndüm. “Ne mi yapacağım?” dedim
kızgınlıkla, “Cenazeyi kaldırmaya gideceğim.” diye de ekledim.
“Sen
bilirsin ama gerek var mı?” diye konuştu ruhsuz bir şekilde. Başımı iki yana
salladım, cevap vermeye bile gerek görmedim.
Kimileri
“Ölen ölmüş kalan sağlar bizimdir.” diye düşünebilir. Ama ben öyle
düşünmüyordum. Dayımın küçük oğlu, herkesin çok sevdiği kardeşiydi ve biz onu
talihsiz bir şekilde çok genç yaşta kaybetmiştik.
Oysa
yaşasaydı birçok anımız olacaktı. Anılar biriktirecektik, gelecekte anlatıp
gülmek için.
Sabahın
sekizi olmuştu. Zaman geçmiyor, kulağım telefonda bekliyordum. İş yerinde
mutfakta arka bahçeye bakan pencerenin önünde oturmuş ağlıyordum. Hıçkırıklarımı
tutamıyordum. Duvarlar üzerime geliyordu sanki. Dayanamadım, ayağa kalktım,
hızlı adımlarla koridoru geçtim. Sokak kapısını açtım, merdivenlerden
koşarcasına indim. On dakika içinde kendimi İzmir Körfezi’ne bakan Alsancak
İskelesi’nde buldum. Kıyıya yaklaştım, boş gözlerle dalgaları seyretmeye
başladım. Nedense denize ulaşmak isteği doğmuştu içime. Hafif bir rüzgâr yüzümü
yalayıp geçtiğinde, iskeleye yanaşmış vapurdan insanlar koşarak indiler.
“Nereye?”
diye bağırmak geldi içimden? “Nereye gidiyorsunuz? Bu telaş, bu koşuşturma
neden? Herkesin gideceği yer belli değil mi? Orada dünyaya ait hiçbir şeye
ihtiyaç yok ki, bu aceleniz ne?”
Ben
böyle düşünürken, telefonum çaldı. Babamın sesi hala ağlamaklı, sıkıntı
içindeydi. “Morga kaldırdılar.” dedi. “Savcı görecekmiş. Sonra da resmi tören
yapılacakmış. Daha sonra da köye götürecekler.” diye ekledi.
Babamın
sesi, annemin sesiyle yer değiştirdi birden. Annem de “Gitti kuzum, gitti!”
diye ağlıyordu. Onu ne kadar çok sevdiğimi bildiği için, kendi acısını bastırıp
beni teselli etmeye çalışıyordu. “Üzülme kızım, ne yapalım, kader böyleymiş.”
diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
Telefonu
kapatınca kıyıdaki banklardan birine oturdum. Önümden bir martı geçip denize
doğru süzüldü. Yiyecek arıyordu. Belki kendisi için belki de yavruları için.
Sebep ne olursa olsun bir gün o da bu dünyaya veda edecekti. Benim gibi
hayatını sorgulamayacaktı. Bunun için benden daha şanslıydı.
Derken
telefonum bir daha çaldı, eşim arıyordu. “Neredesin?” diye sordu. “Ben çorba
içmeye gidiyorum istersen gel.” diye de ekledi.
“Hayır,
ben sahilde oturacağım.” dedim.
Ruhum,
kucaklanmayı istiyordu. Yaranın üstünü ilaçlamak gibi, acımı azaltacak destek
bekliyordu. Bazı ruhlar ise bunu yapmaktan ya acizdi ya da beceriksiz…
Telefonumun
sesi yine düşüncelerimden ayırdı beni. Babam belediyenin cenaze yıkama yerine
gideceklerini söyledi. “İstersen seni yoldan alalım.” diye de ekledi. Telefonu
kapatır kapatmaz oturduğum banktan kalktım. Hızlı adımlarla buluşma yerine
doğru yürümeye başladım.
Babamın
arabası yol kenarına yaklaşınca, kendimi bir külçe gibi içine attım.
Yenişehir’deki camiye vardığımızda köyden herkesin orada olduğunu gördüm. Dayım
iki büklüm olmuş bankta oturuyor, durmadan ağlıyordu.
Annem
onu görünce “Bu ölüm artık dayını yıkar kızım.” dedi. Ona doğru yaklaştık. Ne
diyeceğimi bilemiyordum. İşte sözlerin işe yaramayacağı anlardan biriydi o anki
yaşadığım... Dayım, hıçkırıklarının arasından “Gitti aslanım, gitti.” diye
söylendi. Ona sarıldım sımsıkı, başka yapabileceğim hiç bir şey de yoktu.
Sonra
etrafıma bakındım. Köyden gelenleri fark etmeye başladım. Herkes ağlıyordu.
Sırtlarında görünmez bir yük vardı sanki. Çok ağırdı, taşımakta
zorlanıyorlardı.
Hayatımda
ilk kez bir ölü yıkama yerine gelmiştim. Neredeyse beş dakikada bir cenaze geliyordu.
Ama sadece bizimkiler ağlıyordu. Diğerlerinin yüzlerinde soğuk bir ifade vardı.
İşlerini bir an önce bitirip gitmeyi istiyor gibiydiler.
Bizim
cenazemiz henüz çok gençti. Yaşayacak çok şeyi vardı daha. Ardında da iki küçük
çocuk ile genç bir kadın bırakmıştı. Daha çok da bundan ötürü yüreklerimizde
sessiz bir isyan vardı. Duyabiliyordum, herkesin “Daha çok erkendi Allah’ım!”
dediklerini. Zaten çok geçmeden cenazesi geldi. Herkes koştu, tabutun bir
yerinden tutup indirdiler. Yıkama yerine aldılar. Bir süre sonra bir adam
kapıya gelip seslendi.
“Görmek
isteyen var mı?”
Ben
istemedim. Yüreğim bu kadarına dayanamazdı. Dayım, büyük oğlu ve bazıları içeri
girdiler. Dayımı iki kolundan tutulmuş vaziyette dışarıya çıkardılar. Yüzündeki
acıyı anlatmaya kelimeler yetmez.
Bir
süre sonra cenazeyi bayrağa sarılı şekilde dışarı çıkardılar. Ona doğru
yürüdüm. Ellerimi tabutun üstünde gezdirdim. “İşte!” dedim, “Hayatın gerçek
yüzü!” Karşımda duruyor, sinsice sırıtıyor, hatta alay ediyordu...
Tabuttan
uzaklaşıp bir kenara çekildim ve hayatı yeniden sorgulamaya devam ettim.
Kendimden geçmişim. Sesini zorla duyabildiğim telefonum yine çaldı. İsteksiz
bir şekilde elime aldım, “Alo” dedim. Kulağıma gelen ses kocamın sesiydi.
“Cenaze ne oldu?” diye sordu.
“Cenazeyi
yıkadılar, biraz sonra tören olacak. Sonra da köye götürecekler.”
“Sen
gidecek misin?” diye sordu.
“Evet,
gitmek istiyorum.”
“Peki,
iş ne olacak?”
“…”
Tören
oldu. Resmi giysili polisler, bayrağa sarılı cenazeyi elleri üstünde taşıyıp,
cenaze arabasına koydular. Hep birlikte yola çıktılar. Kocamın işi
anımsatmasıyla arkalarından bakakaldım. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Sadece
yeğenim için değil galiba biraz da kendim için ağlıyordum.
İstemediğim
halde iş yerine döndüm. Bilgisayarın başına oturduğumda yaşıyor olduğumdan emin
değildim. Bedenim oradaydı ama ruhum çok uzaklarda...“Git.” dedim kendime “Git
kızım, çek git buralardan ama nereye?”
Telefonum
yine çaldı, beni dalgın düşüncelerimden sıyırdı. Kız kardeşimin “Abla” diyen
sesiyle kendime geldim. Ağlayarak konuşuyor, söylemek istediklerinde
zorlanıyordu. “Nasıl?” dedi, “Nasıl olur böyle bir şey?”
“Oldu
işte.”
“İnanmak
istemiyorum.”
“Ben
de inanamıyorum.”
“Cenazeyle
köye neden gitmedin?”
“Gidemedim.”
O
anlamıştı neden gidemediğimi. Bunun için de kızgındı. Bunu sesinden
anlayabiliyordum. “Bayramda geleceğiz, birlikte gideriz.” dedi. “Bayramı
birlikte geçiririz değil mi?” diye de ekledi.
“Ben
çalışacağım, iş yetiştirmem lazım ama köye geleceğim. Mezarını görmek
istiyorum.” dedim. Hıçkırığım boğazımda düğümlenip takılıp kalmıştı.
Zaten
iki gün sonra bayramdı. Hiçbir bayramı bu kadar kederli geçirmemiştim. O günden
sonra bayramları pek sevmiyorum. Kimseyi arayıp, bayramını kutlamıyorum. Ruhum
tonlarca yükün altında kalmış gibi ezilmiş, kırılmış, incinmişti.
Sabah
saatiydi, her zamanki çalışmaya başladım. Hem ağlıyor hem de çalışıyordum.
Yüzü, gözümün önüne geldikçe, onunla yaptığım son telefon konuşması
kulaklarımda çınlıyordu.
Babamı
aradım, “Bugün bizi bekleme, gelemeyeceğiz.” dedim.
“Bugün
bayram be kızım, bugün de çalışılır mı?” diyen sorusuna sıkılarak cevap verdim.
“İş
yetiştirmem lazım, üstelik köye de gitmek istiyorum.”
“Peki”
dedi babam gönülsüzce. Onu soluklandırmadan sordum.
“Kardeşimle
eniştem geldiler mi?”
“Evet,
geldiler.”
“Şimdilik
hoşçakal baba.” dedikten sonra telefonu kapattım.
Bayramın
üçüncü günü hep birlikte köye gittik. Arabayı eniştem kullanıyordu. Kardeşim,
“Yengem ile konuştun mu?” diye sordu.
“Hayır,
konuşmadım. Ona nasıl ‘Başın sağ olsun’ diyecektim ki; diyemedim.”
“Önce
mezarlığa gidelim.”
“Olur,
gidelim.”
Mezarlık,
köyü biraz geçince yol kenarındaydı. Arabadan indik. Mezara doğru yürüdük. Bu
ara anneme sordum.
“Mezarı
nerede?”
“Biraz
ileride, hepsi bir arada yatıyorlar; deden, anneannen, dayıların ve o.”
Her
taraf mezardı, sanki üstlerine basıp da yürüyorum sandım.
“Burada
ne olmuş böyle.”
“Köstebek.”
dedi annem.
“Ölülere
zarar vermiyor mu?”
“Veriyor
tabii.”
Her
yer birbirine karışmış gibiydi. Kimin ölüsü kimin yerinde belli değildi.
Üzerlerine bir taş koymuşlar, taşlarda isim bile yazmıyordu. Az sonra mezarın
başına geldik. Hepsi yan yana yatıyorlardı. Onun mezarının üstündeki çiçekler
hala tazeydi. Kız kardeşim eliyle toprağı okşamaya başladı. Hem ağlıyor, hem okşuyor,
hem de konuşuyordu: “Bu yaz evine gelecektim, şimdi mezarına geldim.”
Hakan,
uzun süren mecburi hizmetten sonra İzmir’e dönmüştü. Ancak iki senede bir
görebiliyorduk. Artık yakına geldi diye herkes seviniyordu, o da...
Bir
gün telefonla konuşmuştuk. “İyi ki yakına geldin, eskiden seni daha çok
görüyorduk.” diye hayıflandım.
O
sıralar İzmir’de spor oyunları vardı. Onun için çok yoğundu. “Şu günler geçsin
evine geleceğim abla.” demişti ama gelemedi.
Evinin
bacası çekmiyormuş. Annem, “Sakın sobayı yakayım deme.” diye tembihlemiş
üstelik. Gençlik işte, söz geçirmek zor oluyor. Belki de unuttu.
Mezarlıktan
çıktık. Köye vardığımızda en çok yengem’le karşılaşmaktan korkuyordum. Çünkü
oğlunu çok sevdiğini biliyordum. Ona sarılmak acısını paylaşmaktan başka bir
şey gelmeyecekti elimden, keşke gelseydi. Söylenecek hiçbir söz acısını
hafifletmeye yetmeyecekti.
Akşama
doğru geri döndük. Erkek kardeşimin evine gittik. O gece kardeşlerimden hiç
ayrılmak istemedim ama evime dönmek zorundaydım. Zaten herkes evlerine gitti.
Yolda giderken Allah’a şükrettim, birlikte olduğumuz için. Sevdiğim insanları
bir daha görememek düşüncesi korkunç bir şeydi. Acısı görünmez bir yangın gibi
her yanımı sarıyordu.
Gözle
göremediğimiz kadar küçük iki hücreden oluşan bu beden nereden gelir nereye
gider?
Hani
bir şarkı var bilir misiniz?
“Meçhule
giden bir gemi kalkar bu limandan” diye başlayan,
Oysa
bu gemi bu sefer yakından geçmişti, hem de çok yakın.
…
Ölümün
çaresi yok. O gerçektir ve bir gün bir şekilde karşılaşacağız. Onun hakkında
hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey fiziksel yaşamın, yaşlılıkla,
kazayla, hastalıkla, cinayetle ya da intiharla sona erdiği. Başımıza gelene
kadar ölümün hiçbir anlamı yoktur. Ne var ki, zihnimiz ölümün etkilerini
bilmemekle birlikte ondan korkuyor.
“Ölüm
bize bu kadar yakınken nasıl yaşayacağız, Kırmızı Kurdele?”
“Onu
yaşamdan ayırmak çok zor, Küçük Kız.”
“Çatışmalar,
karmaşa, hayal kırıklıkları, sevinç ve acılar arasında yaşadığımızı mı
zannediyoruz acaba?”
“Ölümü
sadece başkaları öldüğünde hatırlıyoruz, Küçük Kız.”
“Ondan
korkuyoruz.”
“Çünkü
kaçınılmaz.”
“Gelirken
bizden izin istemiyor.”
“Hiç
umulmadık zamanda gelip, yaşamımızı alıp gidiyor.”
“O,
bildiğimiz her şeyin sonu, değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız. Arzularımızın, hayallerimizin, ihtiraslarımızın, uğruna kavga
ettiğimiz özgürlüğümüzün sonu.”
“Belki
de zihnimizi dolduran bütün düşüncelerden kurtulmaktır.”
“Öldüğümüzde
bedenimiz çürüyüp gidiyorsa, peki, düşüncelerimize ne oluyor? Hiç düşündün mü
Küçük Kız?”
“…”
“Bütün
düşüncelerimiz geçmişe dayanır. Yaşamımız geçmişten ibarettir. Zihnimiz geçmişi
bırakmaz Küçük Kız.”
“Bu
yüzden mi acaba, geçmişle hesaplaşmadan geleceğimize yön veremiyoruz?”
“Geçmişi
kullanmalıyız ama onun bağımlısı olmamalıyız, Küçük Kız”
“İnsanların
ne düşündüğü korkusu, insanın sevdiği birini kaybetme korkusu, reddedilme
korkusu, düşüncelerini gerçekleştirememe korkusu; bütün bunlar geçmişe
tutunmuyor mu?”
“Tabii,
zihnini bu korkulardan arındırmadıkça özgür olamazsın Küçük Kız.”
“Ah!
Kırmızı Kurdele, hiçbir zaman olamadım ki.”
“Onun
bütün içeriği düşüncelerden oluşmuştur. Zihnini reset etmelisin. Toplum
tarafından kirletilmiş bir zihinle nereye kadar gidebilirsin. Zihnin
boşalmadıkça sıkıntıların geçmez Küçük Kız.”
“Korkuyorum
Kırmızı Kurdele.”
“Korku,
bir şeyle ilişki halindeysen, onu kaybetmek istemiyorsan vardır.”
“Peki,
zihin korkarak nasıl yaşar?”
“Zihninin
içi korkuyla doluysa, yaşamıyorsundur zaten Küçük Kız.”
“O
halde ölümden korkmama gerek yok. Çünkü zaten ölmüşüm.”
“Bir
doyum arayışının olduğu yerde her zaman ölüm korkusu vardır.”
“Hep
böyle korku doluydum. Çok sıkılgandım çocukken ama duyarlıydım.”
“Zihnini
değiştirmedikçe yaşamının da anlamı olmayacak Küçük Kız. Yaşamak sürekli
yeniliktir, yenilen!”
“Korkularımdan
kurtulamıyorum.”
“Ondan
kurtulmadıkça zihin asla dinginleşemez. Dinginleşememiş bir zihinle de öz
benliğine ulaşamazsın, Küçük Kız.”
“Bütün
yollar tıkanmış, geçilmez engeller var sanki, bana kim yol gösterecek.”
“Yüreğinde
gizlice tuttuğun hayallerini çağır. Unutma; onlar sana yol gösterecektir, Küçük
Kız.”
***
“...Tanrı Poseidon!”
Oğlumun
“Anne, yeter artık ağlama.” diyen sesi teselli etmiyordu beni. Küçük bir çocuk
bile ne kadar üzgün olduğumun farkındaydı. Yüreğim yorgun düşmüştü. Göğsümün
tam ortasında bir sızı, canım acıyordu. Gözyaşlarım sanki yolunu kaybetmiş
çılgın dereler gibi, yanaklarımdan aşağıya akıyor, akıyordu…
Ne
kadar zaman geçti bilmiyorum ama gözlerim acımaya başlamıştı. Oturduğum
sandalyeden kalktım. “Çıkalım.” dedim oğluma, “Gidelim, bir şeyler yer-içeriz,
sonra da eve gideriz.”
İş
yerinden çıktık. Eli elimde yürürdük, biraz toparlanmıştım. Bir arkadaşımın
çalıştırdığı kafeteryaya girdik. Çay söyledim. Oğlum da meyve suyu istedi.
Arkadaşım yanımıza geldi. Yüzüme baktı, “Ağladın mı sen?” diye sordu.
“Evet,
canım sıkıldı da biraz.”
“Seni
neşelendirecek bir yere götüreyim istersen?“
Hiç
düşünmeden “Nereye gideceğiz?” diye sordum.
“Sürpriz
olsun, gidince görürsün.” dedi.
Oğlumu
babasına bıraktım. Birlikte yola çıktık. Gidene kadar ipucu bile vermedi. Merak
ediyordum.
Otobüsten
indik, “Biraz yürüyeceğiz.” dedi. “Sorun değil.” dedim. “Gerçekten merak
ediyorum nereye gidiyoruz?” diye de ekledim. “Seni biriyle tanıştıracağım.”
derken, bir demirci atölyesine geldik.
“Burada
mı?”
“Evet,
o bir demirci ustası.” dedi.
İçerisi
çok hoştu. Tam benim seveceğim türde bir mekândı. Her yerde demirden yapılmış
eşyalar vardı. Bir kanepeye oturduk. Önümüzde yuvarlak eski bir sehpa vardı.
Her yer kitap doluydu. Arkadaşıma, “Nasıl bir yere getirdin beni böyle?”
deyince, “Daha sahibini görmedin, ona bayılacaksın, çok hoş biri.” dedi.
Biz
böyle konuşurken, biraz ilerimizdeki kapı açıldı ve içeriye bir adam girdi.
Gözlerime inanamadığım bir görüntüyle karşılaştım. Bir film karesinden fırlamış
gibiydi. Bembeyaz saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Sakallarının
uzunluğu neredeyse beline geliyordu. Gördüğümün hayal mi gerçek mi olduğuna
karar vermeye çalışırken, bize doğru yürüdü. Elinde üç dişli mızrağı, hırs ve
gücünü yüreğine gömmüş, gülümseyen yüzüyle bana baktı. “Hoş geldiniz.” dedi ve
elini uzattı. Elimi ona uzattığımda gözlerinin mavi olduğunu fark ettim. Çok
güzellerdi. Doğrusu gözlerindeki ışık görülmeye değerdi. Sanki Tanrı Poseidon
vardı karşımda. Benim yanıma, kanepeye oturdu.
Bir
süre birbirimizi izlemenin arkasından, “Ne güzel bir yeriniz var, hayran
oldum.” dedim. “Fotoğraflarını çekmeliyim.” diye ekledim. “Çek” dedi, “Ne kadar
istersen çek”. Biz bunları konuşurken kafamın içinde binlerce fotoğraf
çekmiştim bile. Sonra bizi gezdirdi. Çok eski demir eşyalar vardı. Onların
arasında dolaşırken bir Tanrı’yla birlikte gezdiğimi sandım. “Ben bir
fotoğrafçıyım.” dedim ve ekledim.
“Sizin
fotoğraflarınızı çekmeliyim.”
“Çekebilirsin
ama çok bekletme, saçlarım ve sakallarım çok uzadı artık sıkılıyorum,
keseceğim.” dedi.
İçimdeki
sıkıntı hafiflemişti. Rüyada gibiydim. Gözlerimi o muhteşem görünüşünden
alamıyordum. Yanından ayrılmadan önce gülmeye başlamıştım. Ayaklarım yerden
kesilmişti. Mutlu bir şekilde ayrıldım yanından.
Dönüş
için otobüse bindiğimizde, derin bir sessizlik kapladı her yanımı. Arkadaşım
gülerek, “Ne bu halin? Çarpılmış gibisin.” dedi.
“Biraz
önce gördüğüm gerçek miydi? Yoksa hayal mi gördüm.”
“Gerçekti,
seni bilerek getirdim ona. Çok etkileyici değil mi?”
“Etkileyici
mi! Galiba âşık oldum.”
Arkadaşım
gülerek, biri daha var senin gibi dünyasından bezmiş. Onu da getireceğim, ona
da bir şok lazım.
Bir
kadının böyle bir erkeği görünce âşık olmaması mümkün mü?
O
gün hayatım değişti. Sanki derin bir uykudan uyandım. Kalbim yeniden yaşamaya,
ciğerlerim yeniden nefes almaya başladı. Göğsümün tam ortasında bir kuş,
kanatlarını çılgın gibi çırpıyordu. Bir sevinç sardı bütün benliğimi, enerji
doldu bütün vücuduma.
Evet,
yaşam enerjisi bu, aşk bu, bu coşku yüreğimden geliyordu.
İşte
o gün, Allah’ın beni gördüğünü hissettim. Yüreğimdeki hüzne artık o bile
dayanamamıştı. Yalnızlığıma o bile tahammül edememişti.
Ve
bana yeni bir kapı açtı. “Gir içeri” dedi, “Yolun açık olsun.”
Yürüdüğüm
hayat yolunda dümenimi kırıvermişti. Bir rüzgâr gerekiyordu ilerlemek için, o
da demirci ustası oldu.
Ona
ulaşmak zordu… Daha yolun başında sorumluluğumu hatırlattı. “Kocanı üzme.”
dedi, “Sonra pişman olursun.” diye de ekledi.
Çaresizlik
içinde boyun eğdim kadere. Özgür olmak istedim. “Ah! Keşke özgür olsaydım.”
diye hayıflandım.
Hayallerimi
süsleyen bu demirci ustasına duygularımı nasıl anlatabilirdim.
Fotoğrafını
çekmeye gittim, çektim de ama bastırmak mümkün olmadı. Çünkü onları kaybettim.
Nasıl oldu bilmiyorum, sanki bir el onları sakladı. Galiba sadece hayallerimde
kalmasını istiyordu. Görevini yapmıştı Demirci Ustası. Ona teşekkür etmeliydim.
Duygularımı
anlatmak için yazmaya başladım. Her gün ona bir şeyler yazıyordum.
Yaşadıklarımı anlatıyor, uzak diyarlardaki bir sevgiliye mektuplar
gönderiyordum sanki. Dünyaya, hayatıma bakışım değişmişti. Bütün bunları bir
çift mavi göze borçluydum.
Onu
bir daha görmedim ama hayallerimi süslemeye devam etti. Yaşadığını biliyordum,
bu da bana yetiyordu.
Hayatımın
bir yerinde üç dişli yabasıyla ruhuma dokunmuş, beni gafletten uyandırmıştı.
Karanlığın içinden çekip almıştı. İşkenceye dönmüş evliliğimin zindanından
aydınlığa çıkardı. Bir deprem gibi salladı. Yarıldı üstümdeki toprak ve beni
özgürlüğüme kavuşturdu. Duygularımdaki kargaşaya son verdi. Ardı sıra fısıldadı
kulağıma bir aşk şarkısı, sanki büyü yapar gibi.
Sonra
el salladı, atına binmiş, gülümseyen yüzüyle, denizin üstünde kayıp giderken.
Mutlaka
Tanrı Poseidon’u gördüm ben. Ona dokundum, kucakladım bütün ruhumla, sevdim!
***
“...sudan çıkmış balık gibiyim!”
Ölüm
yine kapıda, eli zilin üstünde çalayım mı çalmayayım mı diye düşünüyor.
Kurtuluş
yok. Bu sefer fena yakaladı. Hem de çok yakından, yine.
Hiç
hesapta olmayan ama kaçınılmaz bir gerçekle karşı karşıya gelmiştim.
En
son gerçekleşen dayımın oğlunun ani ölümüydü. Çok üzüldüğümü biliyorsunuz. O
günlerde ölümü sorgularken annem, babam, kardeşlerim gelmişti aklıma. Nedense
bir sonraki ölecek olan kişinin kocam olacağı hiç aklıma gelmemişti.
O
hastalandı. Neredeyse her evde karşılaşılan hastalığa, kansere yakalandı. Sonuç
beklenendi. İyileşmek için pek de uğraşmadı zaten. Sanırım yenilgiyi çoktan
kabul etmişti.
Kader
bizi silkeleyip savurduktan sonra, yaşam tüm anlamını yitirdi. Yaşamla birlikte
her şey, bütün vazgeçemediklerim.
Küçük
bir çocukla beraber baba evine dönmek zorunda kaldım. Elde avuçta hiçbir şey
yok, sudan çıkmış balık gibi, çırpınıyordum. Bir elin beni alıp tekrar suya
atmasını bekledim ama ne gelen vardı ne giden.
Tam
nefesimin bittiği andı ki, bir ses duydum. Kırmızı Kurdele’nin sesiydi bu.
Üzerime doğru öyle bir rüzgâr savurdu ki, o güçle yeniden hızla denize düştüm.
Fakat
bu deniz öyle bir denizdi ki, daha önce gördüklerime benzemiyordu. Bambaşka bir
denizdi!
***
“...sessizliği öğrenmek zordur!”
Bir
gün, uzaklardan bir adam geldi, çok da uzak değildi ata topraklarından.
Yaşamıma nazikçe, engellenemez bir biçimde girdi. Günden güne, adım adım
ilerleyip kalbimin her köşesini doldurdu. Sanırım hiçbir işgal bu kadar
dirençsiz karşılanmamıştır.
Gözlerinde
öyle bir ışık vardı ki, sanki gecenin karanlığında parlayan ateş böcekleri
gibi;
...ışıl
ışıl…
Eli
elime değdiği zaman, kozasının içinde çıkan kelebeğin ilk defa kanatlarını
çırpışı gibi çırpındı kalbim.
“Bende
en çok neyi sevdiniz?” diye sordum.
“Sende
garip bir sessizlik var, o sessizliği çok sevdim.” dedi.
Sessizliğimi
çok sevmiş. Sanki sevecek başka şeyim yok. Yüzüm, gözüm, saçım, oram, buram…
Of!
Sever
tabii, onlarca kitap yazmış egosunun önünde diz çökmüş benliğimi.
“Sessizliğim
sizi yanıltmasın, düşünemediğimden değil, olgunluğumdandır.” demek istedim ama
diyemedim. “Bu sessizlik fırtınadan önceki sakinlik gibidir.” demek istedim ama
yine diyemedim. “Bu sessizlik konuşmayı sevmediğimden değil, sizi
gözlemliyorum.” demek istedim ama gene diyemedim.
Onu
uğurlarken memleketine, yine sessizliğime sığındım, hüzünlendim kendi kendime.
“Çok yorgunum be koca şair. Dizlerim acıdı diz çökmekten. Yoruldum sevgisiz
sevdalar yaşamaktan.” diye hayıflandım.
Ayağa
kalktım, kızarmış dizlerimi ovaladım. Mademki sessizliğimi sevmiş, ben de veda
ettim ona sessizce.
…
Sessizlik,
işitebilmek ve görebilmek için temel bir eylemdir. Amacı size yöneltilen
acımasız, haksız sözlere karşı sükûnet içinde durabilmektir. Cevap verememek
değil, dilinizden dökülecek sözleri denetim altında tutmaktır.
“Sana
yapılan delice saldırılara, aynı şekilde cevap verseydin ondan ne farkın
olurdu, Küçük Kız.”
“…”
“Oysa
farklı olmak harika bir şey, olgun bir tavır, ne kadar güzel!”
“Sessiz
kalmayı öğrenmek zordur.”
“Biraz
da risklidir, Küçük Kız.”
“Biliyorum,
insanı çaresiz ve güçsüz gösteriyor değil mi?”
“Seni
hırpalamaya çalışan ya da egemenliğini üzerinde kurmak isteyen kişi için bu
durum çok elverişli görünebilir. Onun elinde bir koza dönüşebilir. Çünkü insan,
çaresizliği sever ve ona, sana hükmetme cesareti verir, Küçük Kız.”
“İçimdeki
sesi duymak için sessizliğe ihtiyacım var.”
“İçsel
sessizlik sana esenlik ve dinginlik kazandırır.”
“Bu
çok değerli değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız, hem de yabana atılmayacak kadar.”
Sessiz
insanın ne düşündüğünü bilemezsiniz. O sabırlıdır. Kalbi kırıktır,
sessizliğinin arkasında hep acı çeken bir kalbi vardır. Bunu çok iyi biliyorum.
Sessizliğinizin
yanına bir de ıssızlığı eklerseniz asıl güçlü olan siz olursunuz. Çünkü
ıssızlık tehlikelidir.
Bir
insanı anlamak için ne dediğine değil, ne demediğine bakmalı. Issız insan öfke
dolu sözlerden etkilenmez.
Issız
insan yalnızdır ama bu yalnızlık, etrafını saran kale duvarları gibi güven
verir. Kimsesiz olmak değil, insanların içinde bile özgür olmaktır. O içsel bir
boşluk değil, aksine içsel bir doyumdur. Zihninizin ve yüreğinizin, sizin
kontrolünüz altında olduğunu ifade eder.
Issızlık
insanlardan kaçmak değil, içinizdeki sesi duymak için tek başınıza kalmanızdır.
Sizin
asıl ne olduğunuz insanlar arasındayken ortaya çıkar. Bunu gizlemeye çalışsanız
da diliniz sizi ele verir. Tüm çabanıza rağmen, iradeniz, savunmasız bir
zamanda ortaya atılan bir söze yenik düşebilir. Bunu unutmamak gerekiyor.
***
“...derin düşünme bir yaşam
biçimidir!”
Kendimizle
yüzleşmek, başı ve sonu olmayan kâinatın içinde ancak ıssız kalmakla mümkündür.
Issızlık, derin düşünmek için idealdir. Bizi asla yaşamdan koparmaz. Aksine
daha iyi bir yaşam sürmeye yönlendirir. Onun ötesinde sıradan dünyanıza çok
daha geniş bir bakış açısı kazandırır. Kendimizi keşfetmemize olanak verir.
Bilinçaltımıza inip bize hasar veren tüm duygu ve olayları görmemizi sağlar. Bu
dünyaya hangi amaç için geldiğimizi ancak onunla fark ederiz.
Hayal
gücümüz sayesinde aklımızdan yüreğimize bir yol açılır. Kolaylıkla oraya
inebiliriz.
Sonunda
iç sesimiz bize şöyle bir soru soracaktır mutlaka:
“Seni
yaratırken verdiğim hayal nerede?”
Bu
sesi duydum ve şöyle yanıtladım.”
“Onu
ziyan ettim!”
Ne
dersiniz?
Sizin
de ziyan ettiğiniz hayalleriniz var mı?
...
Derin
düşünme bir yaşam biçimidir. İçsel derinliğinize inip, içinizdeki sesle sohbet
ettikçe daha bilgili olur, daha çok gelişirsiniz. Yanı sıra soyut bir
kavramdır; derin düşünce. Soyut olan bir eylemle somut olan dünyayı nasıl
etkileyebilirim? Bunun yanıtı hem kolay, hem de zor!
Sonunda
derin düşünme sırasında, kendime acımaktan çok, merhamet etmeye ihtiyacım
olduğunu fark ettim.
Merhamet,
beni, zihnimi kaplayan bütün negatif düşüncelerden arındırdı.
İç
sesim, bana, kendime nasıl merhamet duyacağımı öğretti. Çünkü o, bunu çok iyi
biliyordu. O, merhametlilerin en merhametlisiydi.
Bunu
kavradığım andan itibaren bağışlanmayı diledim. Siz de dileyin. Emin olun sizi
de bağışlayacaktır. Tüm yaptığınız yanlışlar için.
Size
de öğretecektir. Siz de, sizi üzen ve yaralayanları bağışlamayı öğreneceksiniz.
Unutmayalım ki, herkesin bir gerçeği vardır, bu gerçek sizin de gerçeğinizi
oluşturur.
İç
sesimle yaptığım sohbetlerde, üstümdeki ağır yüklerden ve can sıkıntısından
kurtuldum. Özgür olup, sevinç çığlıkları attım. Derinlerden gelen ses, bana,
engin bir yaşamı armağan etti.
İçimde,
kötü olan her şeyi, denizin pisliğini kıyıya atması gibi, ben de dışarı attım.
Duygu
ve düşüncelerim sadeleştirdikçe, açıklık, yumuşaklık, sevinç ve dinginlik
kazandım. Bu yüzden sadelik, övülmeye değer bir özelliktir. Eğer aksi bir durum
var da ruhumuzu kargaşa idare ediyorsa, bu kargaşa davranışlarımıza ve dış
görünüşümüze de yansır.
***
“...sevgi açlığı hisseden insan!”
“Dünyada
hiçbir canlının yavrusu, insan yavrusu kadar bakım ve korunma istemez.”
“Doğası
gereği böyle, Küçük Kız.”
“Bebek
doğduğu andan itibaren annesiyle babasının olumlu veya olumsuz davranışlarıyla
duygusal açıdan beslenmeye başlıyor.”
“Bu
beslenme nasıl olursa olsun, onun yaşamını etkiliyor, Küçük Kız.”
“Biliyorum,
usunda kalıcı izler bırakıyor. Mesela, yeni doğmuş bir bebek çaresizlik
duygusunu nereden bilecek.”
“Bilmez
tabii... Eğer annesiyle babası, onu yetiştirirken, kendine güvenmeyi
öğretmediyse, Küçük Kız.”
Bir
insanın kendine güvenmeyi öğrenmesi çocukluk yıllarında başlar. Sezgilerinin
güçlenmesi, onun sahip olacağı en mükemmel silahıdır. Anne ve baba bilmez mi
bunu sonradan öğrenin çok zor olacağını?
Çocukta
güven duygusunun oluşmasını engelleyen en önemli etken anneyle babanın kaygılı
olmasıdır. Çünkü daha sorumluluk üstlenecek durumda değillerdir. Yani anne baba
olmaya hazır değiller...
Çocuk,
anne ya da babasının atmış olduğu yanlış adımı hatırlatıyorsa, istenmeyen bir
evliliği sürdürmeyi zorunlu hale getiriyorsa, daha yolun başında kendini kabul
ettirme sorunuyla karşılaşır.
“Ben
çocuğumun olmasını çok istedim.”
“Evet,
Küçük Kız, aslıda bilerek ve isteyerek hamile kaldın.”
“Ama
hamile olduğumu fark ettiğim zaman, içimde yaşadığım duygular çok karışıktı.”
“Sanırım
bunun nedeni, ona tek başına bakmak zorunda kalacak olmandı, Küçük Kız. Bunu
tahmin etmiştin.”
“Yaşamakta
olduğum mali durumlar, kocamla aramda olan anlaşmazlıklar, mutsuzluğum,
yalnızlığım ve başarısızlıklarım onun hayatını etkileyebilirdi. Hatta
geçmişimden gelen umutsuzluklarım, hayal kırıklıklarım, onun hayallerini fark
etmeme engel olabilirdi.”
“Haklısın,
geçmişine olan kızgınlığın onun geleceği için bir tehlike oluşturabilirdi.”
Bir
çocuk ne kadar sevilirse sevilsin, bu tavır sadece sözle ifade edilemez,
üstelik yeterli de olmaz. Onu sevmek demek, gerçeklerini anlamaya çalışmak
demektir. Çocuk tek başına hayatını yönlendirme gücüne sahip değildir. Onun
hayallerini ve isteklerini hiçe saymadan, sahip olunan tecrübeyle önderlik
yapmak bir çocuğa yapılacak en güzel davranıştır.
Çocuğun
cinsiyeti daha doğmadan biliniyor artık. Kendileri bunu üç yaş civarında fark
ediyormuş. Gözlemlerim bunun çok daha önce olduğunu söylüyor. Bir çocuğa kızım
ya da oğlum demek bunun için yeterli. Anne ve babanın çocuğuna yaklaşımı,
cinsiyete dayalı farklılıkları hissetmesine neden olur.
Kız
çocuğu olarak doğmam, daha hayatın başlangıcında ‘Yapamazsın’larla dolu bir yaşamın
başlamasına neden oldu. Küçücük yaşta, kafamın içine yerleştirilen bu olumsuz
düşünce, benliğimi oluştururken gösterdiğim çabayı yok saydı, değersizleştirdi,
sonuçsuzlaştırdı.
Annemle
babam, farkında olmadan dünyaya mutsuz bir insan armağan ettiler. Öz güvenimi
kazanmaya çalışırken, cinsel özelliğimle, bu çabam törpülenmeye başladı. Kız
çocuğu olarak yeterince önemsenmedim. “Hayır, yapamazsın.” sözleriyle, pek çok
isteğimi sonraki zamanlara erteledim. Büyüdüğümde yapacağım o kadar çok şey
birikti ki, o günler geldiğinde ise, yapmaya zaman yetmedi.
“Kızlar
babaya düşkün olurmuş değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Evet,
son derece güçlü duygusal bağla bağlanıyorlar, Küçük Kız.”
“Kendilerini
sevdirmek isterlermiş.”
“Evet
ama onların sözlerinden alınıp, etkileniyorlar da.”
“Babalarına
kendini beğendirmek, onaylanmak, onlar tarafından önemsendiğini hissedebilmek
için olağanüstü gayret sarf ederlermiş.”
“Bu
çabaları karşılık görmezse, babasının şahsında sembolize edilen erkek tanımı ve
imajı özürlü şekillenir, Küçük Kız.”
“Ne
talihsizliktir ki ilk çocuk olarak tecrübesizliğe denk geldim.”
“Sanırım
annenle baban nasıl davranacaklarını bilemediler, Küçük Kız.”
“Bu
durumdan nasiplenmek elbette ki bütün hayatımı etkiledi. Kendi bilinçaltlarının
eğilimleri, kültürel şartlanmaları, ayrımcı davranışları kimliğimi oluşturmamda
çok zor anlar yaşamama neden oldu.”
…
Erkek
kardeşim bir kız babası oldu. Onun doğumunu beklerken, kafamın içinde hep şu
soru vardı. “Acaba kızına nasıl davranacak? İlk çocuğu erkek doğmuştu. Onlara
eşit davranacak mı?”
Hemşirenin
kucağında gördüğümüzde, hepimiz bir prensesin dünyaya geldiğini kabul ettik.
Bunun için söze gerek yoktu. Gözlerdeki bakışlar bunu anlatıyordu. Anlatmak
değil bağırıyordu adeta. Babası onu kucağına ilk aldığında ne söyleyeceğine
özellikle dikkat ettim. Minik prensese şöyle dedi.
“Kızımmm!”
Annesi
zor bir hamilelik dönemi geçirmişti. Zor günler daha da devam edecek görünüyordu.
Nitekim de öyle de oldu ama yaradan onlara çok tatlı, akıllı bir kız çocuğu
verdi. Tek dileğim, kardeşimin onun gelecekte bir kadın olacağını
unutmamasıydı. Çünkü insan olabilmesi, kadın olarak verilen değerin sonucunda
gerçekleşecekti. Bir kadın, kadınlığını yaşamadan asla insan olamaz.
Engellenmişlik, onu hep yarım insan yapacaktır.
Aradan
aylar geçti. Küçük prenses iki yaşına geldi. İkisi arasındaki ilişkiyi sürekli
gözlemliyorum. Gözü kara bir kız çocuğu. Eğer engellenmezse yapacak çok şeyi
var. Erkek kardeşimin kaygılı olduğunu görüyorum ama korkmuyorum. Biliyorum ki,
deneyimi onun en büyük desteği olacak.
…
Engellenmiş
olmanın yarattığı öfke denetlenemediği zaman olgunlaşmanın önüne ket vurulmuş
olur.
Bu
öfkeden kurtulmak için gösterdiğimiz çaba başarısızlıkla sonuçlandığında insan
kendini daha yalnız ve çaresiz hisseder.
Çaresizlik,
insanı daha da yanlış ilişkilere, sonuçlara götürür. İnsanın yaşamı boyunca
zorluklarla karşılaşması, bunlarla baş edebilmek için yöntemler aramasına neden
olur.
Bütün
yitirdiklerime karşılık gelecek ve onların yerine koyabilecek bir ilişki
kazanabilecek miyim? Suçluluk duygusundan kurtaracak beyaz atlı bir prensim
gelecek mi? Yaşamımı zenginleştirecek bir yöntem bulabilecek miyim? Hasar
görmüş duygularımı tamir etme şansını bulabilecek miyim? Yaşamımın yeniden
anlam bulması mümkün olabilecek mi? Sorularını düşünürüm hep!
Sevgi
açlığı duyumsayan bir insan, ilgilenen her insanın kendisini sevdiğine
inanabilir. Ancak bu duygu kendisinin onu ne kadar sevdiğini anlamasına engel
olur. Sevilmek uğruna kendi benliğinden vazgeçen insan, hayatını diğer insanı
hoşnut etmekle geçirir. Bunun sonucunda sömürülür. Bu sömürüyü fark ettiğinde
kızgınlığı daha da artar.
…
Alçak
gönüllü olmak, insanın kendisini olduğu gibi kabul etmesidir. Ancak bunun
ispatı sözlerle değil davranışlarla ortaya çıkar. Bu davranışları arayıp bulmak
insanın sağduyusu sayesinde gerçekleşir. O iyi bir rehberdir.
“Kişilerin
doğruyu bulması için tek başına aklı yeterli midir?”
“Aklın
sahip olduğu bilgi, insanı yanıltabilir, Küçük Kız.”
“Bilgi
eksikliğiyle inançsızlık aklın yeterince kullanılamamasına neden oluyor değil
mi?”
“İnsanın
kendine inanması aradığı sevgiyi bulmasına bağlıdır, Küçük Kız.”
“Bu
ancak sevgiyle kucaklanmış bir ruh için söz konusudur.”
“Seni
kucaklayacak kolları uzaklarda arama, o kollar kendi kolların olabilir, Küçük
Kız.”
“İnsan
kendi kendini nasıl kucaklayabilir ki, Kırmızı Kurdele?”
“Çok
kolay, kollarını önce açabildiğin kadar açıp; yeterince sevgiyle dolduğuna
inandığında bedenini sar; hepsi bu.”
***
“...içinizdeki sesi duyun!”
“Aklın
temel özelliği, gelecekle ilgili öngörüde bulunabilmesiymiş.” Bunun için eldeki
verileri çok iyi analiz etmeliyiz. Ayrıntılı düşünerek ‘Neden-Sonuç’ ilişkisi
kurmamız gerekiyor. Hatalardan ders çıkartmak bu özelliklerin oluşumuna katkıda
bulunur. Sorgulama ve araştırmayla aklın kullanılması evrensel değerlerin fark
edilmesini sağlar.
Günlük
hayatın dışına çıkmayan insan, hemcinslerinin yaptığı, yeme, içme, eğlence,
seksüel davranışları yapar. Toplumun ona uygun gördüğü bu davranış biçimlerini
sorgulamadan kabullenir. Ne var ki buna aykırı düşünme, mevcut durumun
kaybedilmesi korkusuyla sorgulama ve araştırma özelliklerini kullanamaz. Çünkü
mevcut yaşamla güven içinde yaşayacağını zanneder. İsteklerini tatmin etme
üzerine kurulu bir yaşam biçimini seçerler.
“İnsanın
kendine inanması ve aklını kullanması mümkün mü Kırmızı Kurdele?”
“Motivasyonla
mümkün Küçük Kız.”
“Nasıl?”
“Motivasyon,
değişmek ve gelişmek için bir itici güçtür.”
“Anlamadım,
biraz açıklar mısın? “
“Gidilen
yolun yanlış olduğunu, doğru yolu bulman gerektiğini anladığın zaman o
motivasyona ihtiyacın olacak, Küçük Kız.”
“Bunun
için ne yapmalıyım?”
“Aklını
uyandırmalısın!”
“Onu
yönlendirebilir miyim; bu mümkün mü?”
“Gelenekler,
alışkanlıklar, aptallıklar, vurdumduymazlıklar aklın doğru kullanılmasını çoğu
zaman engeller. Arzu ve hevesler bu muhteşem gücü gölgeleyecek kadar güçlüdür.
Bir de buna bilgisizlik eklendi mi, geriye tepmiş silah gibi olur.”
“Dolayısıyla
aklı yönlendirebilmek zorlaşır, hatta imkânsızlaşır.”
“Aklın
en iyi yol arkadaşı gerçektir, onu ara.”
“Nasıl?”
“Ona
ulaşmayı iste.”
…
Yaratıcı,
kendine nasıl ulaşılması gerektiğini en iyi bilendir. Bunu iletme yollarını
elbette kendisi seçecektir.
İşte
bunun ön koşulu aklı kullanmaktır. Aklımızı etkin bir biçimde kullanabilmeyi,
gerçek anlamıyla bağımlılıklardan ve şartlanmalardan kurtulmuş özgür bireyler
olduğumuzda gerçekleştirebiliriz.
İçinizden
gelen gerçek, bencil olmayan sese kulak vererek, kurtulma çabası içine
girmeliyiz. Öz benliğimizdeki gizli enerjiyi harekete geçirerek, içimizdeki
boşluğu doldurmak için büyük çaba göstermeliyiz. Sonuçta denge, uyum, yaşam
kolaylığı ve zenginlik adım adım bize yaklaşacaktır.
Kendimizle
yüzleşmek, kesinlikle acı dolu bir süreçtir. Bu acıya dayanmak için güçlü
olmalıyız. Bu da bilinçli çabayla mümkündür.
“Her
şeyin başı niyettir, Küçük Kız, biliyorsun değil mi?”
“Nasıl?”
“Niyet
et, iyileşmeyi iste.”
“Nasıl
olacağını söyle?”
“İçindeki
sesi duy, Küçük Kız.”
“Eğer
içimdeki sesi duyabilirsem, bana doğru yolu gösterir mi?”
“Bundan
emin olabilirsin.”
…
Soyut
bir kavramla iletişim kurmak çok anlamsız gelebilir ama sizi incinmekten korur.
İçinizdeki
o ses, ne kadar derinde, onu duymanız ne kadar zor olursa olsun, bilin ki o sesin
sahibi sizi çok iyi duyuyordur.
“Hiç
kimseye söyleyemediklerini ona itiraf et, Küçük Kız.”
“Bu
benim için çok zor.”
“Eğer
gerçekten iyileşmek istiyorsan, ondan korkma. Ona güven. O iyi bir dost, iyi
bir sırdaş ve iyi bir âşıktır, Küçük Kız.”
“Bunu
başarabilir miyim Kırmızı Kurdele?”
“Başaracaksın,
inanıyorum ...”
…
Ben
suçu başkalarının üstüne atmaktan vazgeçtim artık. Çünkü hasar görmüş duygularımı iyileştirecek
olanın, beni baştan var eden olduğunu fark ettim. Kendi kendime iyileşmeyi
isteyip istemediğimi sordum.
İnsanın
kendini bağışlamasıyla, kendisini bu kötü duruma düşürenleri bağışlaması aynı
şeydir. Bir paranın iki yüzü gibi, zıt görünseler de, aynı şeye aittirler.
Bağışlamak,
ilk anda size çok zor gelebilir ama emin olun kendinizi bağışlamak daha zor.
Kendinizi
değersiz olarak gördüğünüz müddetçe bağışlayamazsınız. Derin bir sevgiye ve
şefkate ihtiyacınız var. Sizi sevmekten bıkmayacak birine ihtiyacınız var. Sizi
dinleyecek ve affedecek birine ihtiyacınız var. İşte içinizdeki sesin sahibi sizi
bekliyor. Kapısı kapalı gibi görünebilir. Kapıyı çalmadan size gir ya da girme
diyeceğini bilemezsiniz. Çalsanız da size “Gir” demeyebilir. Kapıyı açın ve
bütün gücünüzle, “Sesimi duyan var mı?” diye seslenin. Göreceksiniz sizi
duyacak ve size doğru koşacak ve sizi anlayacaktır…
Acılar
içinde kıvrandığınız o an, kendinizi, onun kollarına bırakın, sizi sarıp
sarmalasın.
Ben
de öyle yaptım. Kapıyı çaldım ve ona yöneldim.
Zayıflıklarımı,
takıntılarımı, hatalarımı, içimdeki çatışmalarımı, endişelerimi, hayal
kırıklıklarımı, yalnızlığımı, içimdeki boşluğu anlattım.
“Ne
dersin; acaba beni duydu mu Kırmızı Kurdele?”
“Evet
evet! Duydu Küçük Kız.”
“Ah!
Kırmızı Kurdele, beni dinledi.”
“Farkındayım,
nasıl da titriyordun.”
“Çok
korktum.”
“Neden?”
“Başlangıçta
oldukça zorlandım. Ağlamaktan anlatamadım derdimi. Sen de gördün değil mi?”
“Evet,
hem de çok iyi fark ettim.”
“Bana
sorduğu soruyu da duydun değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız.”
“Bana,
kendine neden bu kadar eziyet ettin diye sordu. İnsan kendine eziyet eder mi?”
“En
büyük zulmü insan kendi kendine yaparmış Küçük Kız.”
***
“...herkesin yeni baştan
yaratılmaya ihtiyacı vardır!”
Hiç
unutamıyorum; babam, hatalarımı sık sık yüzüme vurarak, kendi kendine olan
sevgisizliğini haklı gösterecek gerekçeler bulmaya çalışıyordu. Çünkü kendini
sevmesi, annesiyle babası tarafından elinden alınmış tek sermayesiydi.
O
da aslında engellenmiş çocuktu; tıpkı benim gibi... Ne yazık ki zamanında
kendisine tanınmamış hakları, ben kendim için isteme cüretini gösterdim. Bana
öfkelenmesi normal bir davranıştı ama bunu ne yazık ki çok geç anladım. Yaşamı
boyunca kendinden uzak tuttuğu isteklerini ve hayallerini hatırlattım bilmeden.
Çoğu
zaman kendi annesiyle babasından gördüğü yöntemlerle bana engel olmaya çalıştı.
Ona göre çocuk, annesiyle babasının isteklerini koşulsuz kabul etmek
zorundaydı. Bu durumun benim için ciddi sorunlar çıkaracağının farkında bile
değildi. Seçim yapma güçlüğü çekebileceğimi, düşüncelerini dile getiremeyen,
korkak biri olabileceğimi hiç hesap etmedi.
Oysa
kendi yaşamını yönlendirebilen, özgürce yaşayabilen kişi, başkalarının da
yaşamına saygı duyar.
Onun
çocukken yapamadıklarını öğrenmeye çalışıyorum. Sorduğumda “Hatırlamıyorum.”
diyor ama ben hatırladığına eminim. Şimdi o yetmiş beş yaşını geçen olgun bir
adam. Ama çocukluğunu yaşayamamış olması onu hep eksik bırakacak. Sanırım bu
eksikliği kalbinde derin bir hüzün olarak yaşamaya devam edecek.
Bir
gün nasılsa dile gelip bir iki anısını anlattı. Onun çocukken dayak yediğini
biliyordum. Annem anlatıyordu, bazen de kendisi bahsederdi.
Bir
gün arkadaşıyla oyun oynamak için bir yere gitmişler. Annesi onu aradığında
bulamayınca tabii ki çok kızmış. Eve döndüklerinde korkuyormuş. Çünkü annesinin
kızınca neler yaptığını iyi biliyormuş ama yine de dönmüş, başına geleceklere
aldırmadan.
Düşündüğü
gibi annesi zaman geçirmeden onu dövmeye başlamış. Sanırım hızını alamamış ki,
eline bir çivi ve çekiç alıp, “Sen evden uzaklaşırsın ha” deyip, ayağına
çakmaya kalkınca çok korkmuş. Bir daha da evden hiç uzaklaşmamış.
Hazır
babamı böylesine duygusal bulmuşken “Daha da anlat.” dedim. O da anlatmaya
devam etti.
Yine
bir gün diye başladı; bu sefer babasından yediği dayağı anlattı. “Kaç yaşındaydın
baba?” diye sorup yanıtını beklerken dikkatlice yüzüne baktım. Mimiklerini
okumaya çalışıyordum. “On üç.” dedi. Hatırlamak üzdü onu, eminim. “Küçüktüm.”
diye de ekledi.
Henüz
oyun çağındayken babasının kahvesine çalışmaya gidiyormuş. Bir gün sabah erken
saatte kahveyi açmak için gittiğinde, kapının önünde yaşlı bir adamın
oturduğunu görmüş. “Onu tanıyordum.” dedi, “Bizim köydendi.” diye de ekledi.
Çayın
suyunu koyup, kahvehaneyi düzenlemeye başlamış. Bir süre sonra babası gelmiş.
Dışarıda oturan yaşlı adamı görünce, “Komşu, girsene içeri, çay içersin.”
demiş. Yaşlı adam “İçecektim ama oğlun vermedi.” deyince, babası onun yüzüne
anında bir tokat indirmiş. “Neden çay vermedin?” diye de bağırmış.
Ne
olduğunu anlamayan babam, yaşlı adamın, babasına, “Sen ne yaptın? Neden çocuğa
vurdun? Ben şaka yapmıştım.” sözlerini duyarken oradan uzaklaşmış.
Dedem,
durumu fark edip arkasından çok bağırmış ama babam, o gün akşama kadar
ortalıkta görünmemiş.
“Geçmişte
alınan yaraların, iz bırakmadan kapanması mümkün değil Küçük Kız. Belki
iyileşebilir ama o iz her zaman duracaktır.”
“Onun
gerçeklerini anlamaya çalışmalıyım.”
“O
zaman senin gerçeklerinin onun gerçekleriyle benzeştiğini göreceksin, Küçük
Kız.”
“Mutlaka
onun da benim gibi acıları, yaraları var.”
“Yeni
baştan öğrenmeye, kendini yeni baştan yaratmaya ihtiyacı var. Sevgiye, şefkate
ve onaylanmaya ihtiyacı var, Küçük Kız.”
Hepimizin
bildiği gibi, yaşamak, iniş ve çıkışları olan bir süreçtir. Zorlukları ve
sonuçlarını cesurca göğüsleyebilen anneyle baba, çocuğunun da noksanlıklarıyla
ve yaşamındaki olumsuzluklarla yüzleşebilmesinin yolunu açar.
Bu
yönde babamdan alacaklıyım ama o da kendi annesiyle babasından alacaklı,... Bu
durumda hangimiz kazanacağız. O çoktan kaybetti anne ve babasını. Artık zamanı
da geri alamayacağımıza göre hep alacaklı kalacak. Eşit değiliz. Buna isyan
etmek hoş değil hatta zayıflık. Gücümü boşa harcamak olduğunu düşünüyorum…
***
“...sahte sevginin kanatları
altında üşümek!”
Değersizlik
duygusu, insanı daha fazla şeyler yapmaya ve yaratmaya yönlendirmediği gibi,
kısır bir döngünün içinde dönüp durmasına neden olur.
Kendimizi
değersiz hissetmenin temelinin çocukluk yıllarına dayandığını biliyoruz. Değer
verilmemiş insanın başkasına değer vermeyeceği de malum. Çünkü yaşamı boyunca
diğer insanlardan üstün olma mücadelesi verir. İnsanların eşit olduğu aklına
bile gelmez.
Değersizlik
duygusu yaşayan insan, eğer kendini yüceltemiyorsa daha kolay bir yol olarak
başka insanları yüceltme yoluna gider. Aslında var olduğunu gördüğü bir nevi
yanılsamadır.
Kendine
tanımadığı hakları ona tanımaya başlar. Kendisini değersiz hisseden insan, yine
kendisi gibi, kendini değersiz hisseden biriyle yaşamak ister. Çünkü böyle
davranmak daha kolaydır. Kendini tanımak için çaba göstermez. Aslında bunu
nasıl yapacağını da bilmez. Yaşamına anlam katmak için bir mucize bekler. Bu da
genellikle bir âşıktır ve içinde yaşadığı karanlıktan çekip alacağını umar.
…
Ne
var ki; gurur bu değersizlik duygusuna kalkan olur. Onu görünmez kılar.
Kendisini incitecek insanlara ya da davranışlara karşı korur. Gururunun
arkasına sığınan insan, kendine yabancılaşır. Hatta kendisine karşı nefret
duymaya bile başlar. Bunu da genellikle başka insanlara yansıtır. Bu insan da
kesinlikle kendisine en yakın olandır.
Bazı
insanlar entellektüel yaşama tutunurlar ve değersizliklerini dost edinerek
kapatmaya çalışırlar. Aslında onlar da ruhsal olarak yalnızdırlar. Bunu belli
etmemek için de büyük bir çaba harcarlar.
Bu
çabayı gösterip sorunuyla baş edemeyenler, kendilerini çevreden soyutlar, içe
dönük, sevgi verilse de alamayan bireyler olarak yaşamlarını sürdürürler.
Dahası
umutsuzdurlar…
Bu
durum bir hastalık halinde tüm benliklerini sarar. Sonuçta muhtaç oldukları
ilginin yoksuzluğu, onları yaşarken ölü haline sokar.
Yaşamında
bu ilgiyi gösterecek biri bulunduğunda, ona sıkıca sarılmak, onu görünmeyen
zincirlerle kendine bağlamak, çok kolay gibi görünür. Ustalıkla takılan bir
maske, her şeyi daha kolaylaştırır. Bu maskenin diğer insanlar tarafından fark
edilmesi uzun sürebilir. Hatta sevgi açlığı çeken biri, bu oyuna kolayca dâhil
olabilir. Sömürüldüğünü uzun bir süre sonra fark eder.
Aslında
bu ilişki tarzı büyük sorumluluk ister. İlişkiyi sürekli kılmak için yorucu bir
çaba gerekir.
Ben
de kendi boşluğumu başka bir insanla doldurmaya çalıştım. Bunun sevgi olduğuna
inandım. Galiba kocam ve ben birbirimizi bulmuştuk ama güçlü bir işbirliği
sağlayamadık. Çünkü bunun için gerçek sevginin gerekli olduğunu bilmiyorduk.
İkimiz
de, için için değersizlik duygusu yaşarken, sahte sevginin kanatları altında
üşümeye devam ettik. Birbirimizi eleştirmeyi hep kötü niyet olarak algıladık ve
sonunda birbirimize düşman olduk. Sürekli kusur bulan ve küçümseyen bir tavırla
gelişmemizi engelledik.
“Kendini
değersiz hisseden insanla iletişim kurmak çok zordur.”
“Çevresindeki
kabuğu kırmak adeta imkânsızdır. Sürekli savunma halindedir.”
Dikkat
edin! Değersizlik duygusu yaşayan insan, iş yaşamında da, yardımcılarını yine
kendisi gibi olanlardan seçer. Evlenmek istediğinde eşini de öyle seçer. Hatta
çocuğunun da kendisi gibi olmasını ister. Sürekli ihtiyaçlarını karşılayacak iş
gücü yüksek, vermekten yorulmak bilmeyen, sömürüye açık insanları tercih eder.
Eğer
bir gün vermekten yorulursanız, sizi kapı önüne koymaktan da hiç çekinmez.
Aslında
her iki taraf da mutsuzdur. Üstelik eşini, yalnızlığından kaynaklanan gerilimi
boşaltan bir cinsel obje olarak görmeye başlar ki; işte o zaman mutsuzluk
katlanarak büyür.
“Bütün
ilişkiler sevgi umuduyla başlar, Küçük Kız.”
“Peki,
kızgınlık duygusunun giderek artması, bu umudun kaybolmasına neden olmuyor mu?”
“Çoğu zaman beraberlik yaşayan iki insan için
bu durumu fark etmek uzun zaman alır, Küçük Kız.”
“Fark
ettiklerinde ise yıllar çoktan geçip gitmiş olur, değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız.”
…
Yaşamın
her anı evrimdir. Devamlılık için bu şarttır. Bu yüzden benlikleri ilişkinin
içine hapsetmek, gelişimi engeller.
Herkes
kendi benliğinin olgunluk derecesine göre eş bulur. Bu şaşılacak şekilde sezgi
yoluyla gerçekleşir. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş misali. Tencerenin
içine sıkıştırılmış, kaynayan duygular ara sıra kapak açılıp hava akımı
sağlanmazsa taşma noktasına gelir. Taştığında da ne olduğunu hepimiz biliyoruz…
Çocukluğunda
duygu ve düşüncelerine değer verilmemiş insan, yetişkin hayatında ödün verici
bir karaktere bürünür. Beraberliklerini de ödün verdiği müddetçe devam
ettireceğini zanneder. Bilmez ki her verdiği ödün, öz benliğinden çalınmış bir
yapı taşıdır. Tıpkı tuğlaları tek tek alınmış ara duvar gibi... Çökeceği günü
tahmin etmek hiç de zor değildir. …
…
“İncinmekten
korkan küçük bir kız çocuğuyum.”
“Farkındayım
Küçük Kız.”
“Peki,
ne zaman gerçek bir yetişkin olacağım?”
“Geçmişinle
hesaplaştığın zaman Küçük Kız.”
“Geçmişim
engellenmişlik üzerine kurulu.”
“Zihnin
hala karışık!”
“Hayatım
karmaşık duyguların yarattığı bir film gibi.”
“Bu
karmaşa içinde, kendine bir yol bulmaya çalışıyorsun.”
“İçinden
çıkılması zor bir kısırdöngü içindeyim.”
“Kendini
tutsak gibi hissediyorsun değil mi?”
“Sence
de öyle değil miyim? Etrafımı çeviren şu demirden kafese bak.”
“O,
bir yanılsama Küçük Kız.”
…
İçsel
gerçekliğe kavuşmazsak, hayatımızda kurallara dayalı bir sürü ıvır zıvırla
uğraşmak zorunda kalırız.
Onun
için yaşamınızda kafa bulandıran insanlarla birlikte olmayın. Sizi aydınlığa
kavuşturacak, geliştirecek insanlarla birlikte olun.
Açık
konuşmaktan korkmayın. Diliniz sizin en büyük egemenlik silahınızdır.
Başkalarına
baskı yapmayın, hiç kimsenin de size baskı yapmasına izin vermeyin.
İnsanın
en büyük tutsaklığı, her şeyin istediği gibi olmamasıdır. Oysa her istediğiniz
olmak zorunda değildir. Hayattaki birçok şeyin sizin sandığınız kadar da önemi
yoktur.
…
Zayıflıklarınızı,
başarısızlıklarınızı başkalarına anlatmaktan çekinmeyin. Çünkü insanlardan
saklanmak ve ikiyüzlü davranmak gerçekten çok yorucudur.
En
zoru da kendinize itiraf etmenizdir. Çok güçlü bir keder yaşarsınız.
Yaptıklarınız ve verdiğiniz kararlar yüzünden derin bir pişmanlık duyarsınız.
“Katılıyorum;
kederle başlayan itiraf sevinçle son bulur, Küçük Kız.”
“Çünkü
insan sırtımdaki tonlarca yükü atmış olur.”.
“Bedenin
sevinç dolu, sıcak bir ruhu taşısın, Küçük Kız.”
“Hükmeden
ruh, soğuk ve hüzünlüdür, hem de çok ağırdır. Bunu iyi biliyorum.”
“İnan
ki onu taşımaktan herkes yorulur.”
“Ben
de çok yoruldum Kırmızı Kurdele.”
“Yaptıklarının
onaylanması seni iyileştirir, tazeler. Nasıl insanın bedeni çok çalışmaktan
yorulursa, ruhu da kendini yok saymaktan yorulur, Küçük Kız.”
***
“...öfkelendiğiniz zaman yıkanın!”
Ruhumun
çöküş yaşadığı bu dönemde ilahi güce sığınmak ve yardım istemek hiç de kolay
olmadı. İçimdeki öfke kendime karşı olmakla birlikte beni yarattığına inandığım
ilahi güce karşı da bir isyan halindeydi.
“Öfkelendiğiniz
zaman yıkanın. Zira öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Bu
ateşi de ancak su söndürür.” denilmektedir.
İçimdeki
öfke ateşini söndürecek bir şeyler ararken kendimi çeşmeden akan suyun
karşısında buldum. Akıp giden suya bakarken, içimdeki ateşi nasıl söndüreceğini
anlamaya çalıştım. Biliyorsunuz, yıkanmak insanı rahatlatır. Bu düşünceden yola
çıkarak denemek istedim. Aslında yaşadığım içimdeki umut kuşunun son kanat
çırpınışlarıydı.
Birçok
hatası olan insan olarak, kendime rağmen, hayatımı sürdürmek zorlaşmıştı. Af
dileyecek bir merci bulmak, hatalarım için bir teselli aramaktı bütün çabam.
Kendimi
affetmek, onun beni affetmesinden daha zordu. İlahi bir güçten destek almak
arzusu tüm ruhumu sardığında arayış da başlamış oldu. Beni yalnız bırakmayacak,
bunalım ve çaresizliğimde benimle olacak bir güce ulaşmaktan başka amacım
yoktu.
“Öyle
deme, kişinin iç dünyasındaki ahenk, iç barış ve bütünlük açısından ibadetin
önemli fonksiyonları vardır. Olgun bir vicdanın oluşumuna öncülük eder, Küçük
Kız.”
“İlahi
güçten yardım istemek suretiyle kendimi ruhen bir rahatlamaya sevk ettim.”
“Biliyorum
Küçük Kız.”
“Benim
onun karşısındaki yerimi ve tavrımı belirlemek için bir süreç yaşadım.”
“Aslında,
kalbinin sevilme arzusunu, ilahi güçten kazanma düşüncesi kendine sorgulama
fırsatı verdi.”
“Çünkü
beni kabul edip etmeyeceğini bilmiyordum. Defalarca yaşadığım hayal
kırıklıklarına bir yenisini daha eklemek vardı bu çabamın sonunda.”
“Yine
de vazgeçmedin Küçük Kız.”
***
“...mavi gözlü dev adam!”
Mavi
gözlü dev bir adam, Hz. Ali’nin felsefesinin insana değer veren dünya
görüşüyle, sarıp sarmalamış bütün ruhunu.
Hiç
bitmeyen sevgisi ve güveniyle ortak oldu sıkıntılarıma. Bir insana sevildiği
nasıl gösterilebilir ki, en sıkıntılı anında yanında olmaktan başka?
Kız
kardeşimin eşi olan bu adam, benim için bir enişteden çok, saygın bir dost
oldu.
Kardeşime
benim için söylediği şu söz hiç kulaklarımdan gitmiyor. “Hiç pes etmiyor. Onun
bu halini çok seviyorum.”
Evet,
hiç pes etmedim. Var olma mücadelem hep sürdü. Karşıma çıkan onca engele rağmen
davamdan vazgeçmedim. Özgür ruhum, göklerde uçan kuşlar gibi sınır tanımadan
hedefe doğru yönlendirdi beni.
İçimdeki
bin bir parçaya ayrılmış kırık kalbimi, sihirli bir yapıştırıcıyla yapıştırdı
sanki…
…
Eşim
öldükten sonra arkada bıraktığı bir yığın borç ödenmek için beklerken,
tutunduğum her dal kırılıyordu. Köşeye sıkışmıştım. Her an olmadık bir şey
yapacak durumdaydım.
Para
denen illet, koşarak kaçıyordu benden. Hâlbuki bütün sıkıntılardan kurtaracak
tek şey oydu.
İşte
bu anlarda fark ettim, bir kadının nasıl kötü yola düşebileceğini. Çaresizlik
insana her şeyi yaptırır denildiğini de kavradım.
Para
iki yoldan kazanılır. Biri iyi, diğeri kötü yoldan. Eğer iyi yoldan gelmezse
kötü yola yönelmeniz an meselesidir.
Şükürler
olsun ki, etrafımda beni seven insanlar varmış. Ne tuhaf değil mi? Oysa hayatım
boyunca sevgiyi aradım. Sevildiğimi neden fark edemediğimi anlamaya
çalışıyorum. Yoksa sevgiyi yanlış yerde mi aradım?
“Sevgi
tutkuyla birlikte aranılırsa, sanırım bulunamıyor Küçük Kız.”.
“Tutku,
pek çok şeyden vazgeçmemize neden oluyor. “
“Ben
kimim?” sorusu tutkuyla sorulduğu zaman ve cevabı arandığında kişiyi yanıltacak
bir sürü insan çıkabiliyor karşısına.”
“İnsan
sevildiğini zannediyor öyle değil mi?”
“Evet,
Küçük Kız. İşte o zaman hata yapıyor.”
“Tıpkı
benim gibi.”
“Zan
içinde yaşamak, ilahi gücün hiç
sevmediği davranışlarımızdan biridir, Küçük Kız.”
“Biz
insanlar da; ne yazık ki, zannederek hüküm veriyoruz, Kırmızı Kurdele.”
Mavi
gözlü dev adam, büyük bir sorunumu çözmeye devam ediyordu.
Fakat
ilahi güç boş durmuyor, kaderimi yönlendirmeye sürdürüyor, kurtulmaya
çalışırken sanki daha çok batıyordum. Başıma büyük bir dert daha açılmıştı.
Geçmişin temizlenmesi gereken pislikleri bir türlü bitmiyordu.
Bitmiştim,
tükenmiştim...
Eğer
çocuğum olmasaydı, kendimi öldürmek içten bile değildi. Çünkü beni sadece
ölümün kurtaracağını düşünmeye başlamıştım.
Olanları
ona anlattığımda, her zamanki gibi metanetle, “Dur, telaş etme, ben biraz
düşüneyim, buluruz bir çare.” dedi.
Eve
geldim. Kendimi duşun altına attım. Gözyaşlarım musluktan akan suya karışmış,
bedenimi temizlemeye çalışıyordum. Aslında temizlemek istediğim bedenim değil,
ruhumdu. Çünkü onun çok fazla kirlendiğini düşünüyordum.
Duştan
çıkıp giyindim, salona doğru yürüdüm. Seccadeyi yere serip ayaklarımla üstüne
bastığımda, ben artık eski ben değildim.
Son
bir çırpınış, son bir umutla ilahi gücün karşısında durup, ona yöneldiğimin
farkındaydım.
O’da
farkındaydı, zaten bekliyordu. Beni çağırıyordu.
“Allah
en büyüktür.” diyerek ellerimi kaldırdığımda, sonunu asla hayal edemeyeceğim
bir yola girmiştim.
Dizlerim
seccadeye değdiğinde, yüreğim şöyle bir sözü adeta haykırdı.
“Pes
ediyorum.”
“…”
“Ne kadar acizim. Ne kadar zavallıyım. Kendimi
kurtaracak bir çare bulamıyorum.”
Alnım
seccadeye değdiğinde, “Sana inanıyorum, sana sığınıyorum, sana sesleniyorum,
sesimi duy, senden yardım istiyorum.” diye dua ettim.
“…”
“Biliyorum
beni sınıyorsun. İsyan edip etmeyeceğimi görmek istiyorsun. Hayır, isyan
etmeyeceğim. Biliyorum bütün bu olanlar senin gücün ve takdirinle oluyor.
Biliyorum ki beni yine sen kurtaracaksın.”
“…”
Bütün
bu sözleri ağlayarak söylediğimi kimse görmedi. Ama onun gördüğünü biliyorum.
Beni duyduğunu da biliyorum. Yardım eder mi, bilmiyorum. Umut etmekten başka
çarem yoktu.
...
Gece
saat on iki olmuş, herkes yatmıştı. Ben de yatmaya hazırlanıyordum. Tam
yatağıma uzanacaktım ki, telefon çaldı. Ahizeyi elime aldığımda, mavi gözlü dev
adamın, “Ya baldız, sana üzülme, çare bulacağız demedim mi?” diyen sesinin
ardından, o gece vakti sanırım sevinç çığlıklarımı bütün apartman duydu.
Arkasından
da şöyle demişti:
“Sen
bir dilekçe yazıp, hemen bana gönder. Durumunu iyice anlat.”
Telefonu
kapattıktan sonra hemen yazdım dilekçemi ve e-postayla gönderdim. Ondan sonra
uyu uyabilirsen.
İlahi
güç beni duymuştu, bana cevap vermişti. Kudretini iyi kalpli bir enişteyle
gösterdi. Merhametini mavi gözlü dev adamın yüreğine sığdırmış ve bana
ulaştırmıştı.
Ona
çok borçluyum ama borcumu ödemek istemiyorum. Çünkü borcumu ödeyemediğim sürece
onun için dua edeceğimi biliyorum. Bu dua hiç bitmesin, son nefesime kadar
sürsün istiyorum.
Bu
kitap bir gün basılır ve raflarda yerini alırsa, onun ne diyeceğini tahmin
edebiliyorum. “Ya baldız, yanılmadığımı biliyordum.”
Birkaç
gün sonra benim için yeni bir hayat başlamış, borçlarım ödenmişti. Asla
kurtulamayacağımı düşündüğüm anda, sadece sevildiğim için kurtulmuştum.
***
“...enerjinin sanat eserine
dönüşü!”
“İnsan,
bir fotoğrafa âşık olabilir mi?”
“Neden
olmasın Küçük Kız.”
“Galiba
âşık oldum.”
“Farkındayım
Küçük Kız, için coşku dolu.”
Çok
uzaklardan bir adam bana bir fotoğraf gönderdi. “Gençlik fotoğrafım” dedi. “Onu
düzeltebilir misin?” diye de sordu.
“Bir
bakayım, yapabileceğim bir şey varsa yaparım.” dedim.
Fotoğrafı
düzeltmeye başladım. Bu genç insan hiç konuşmuyordu.
Ne
yağız bir delikanlı dedim. Ne yakışıklı oldu. Fotoğrafın her yerini elden
geçiriyordum. Sanki elimde kalem kendime âşık olacağım adamın suretini
çiziyordum.
Ağzından
ne kötü bir söz, ne bir hakaret çıkıyordu. Ne el kaldırıyor, ne dövüyor, ne
bağırıyor, ne de kızıyordu.
Kalbim
kanatlanmış kuş gibi pır pır ediyordu. Neşem yerine gelmişti.
Sonra
fotoğraf konuşmaya başladı. Binlerce kilometre öteden söylediği birkaç sözle
kalbimi kırmayı başardı.
Hiç
kimseye, üzerinde baskı kurarak, denetleyerek, eleştirerek, aşırı korumacı
davranarak sevginizi gösteremezsiniz. Böyle olduğunu sanıyorsanız;
aldanıyorsunuz.
Tam
aksine gerçekten seviyorsanız, onları özgür bırakıp seslerine kulak verin.
“Galiba
Rabbim, bana bir şey anlatmak istiyor,
Kırmızı Kurdele.”
“Gerçek
sevgide baskıya yer yoktur diyor, Küçük Kız.”
“Ah!
Onu o kadar çok aradım ki.”
“Biliyorum,
aradığın işte böyle yüce bir şeydi, Küçük Kız.”
...
“Peki,
ya aşk nedir, Kırmızı Kurdele?”
“İnsanlık,
tarihi boyunca bu sorunun cevabını hep merak etti, Küçük Kız.”
“Aşkın
mutlulukla bir ilişkisi var mı?”
“İnsan
aşkı bulunca mutluluğu da bulur.”
“Derde
deva bir ilaç mı bu?”
“Biraz
öyle Küçük Kız.”
“Şaşırmadım,
aşkın insana verdiği coşku inanılmaz şekilde güzel.”
“Bu
yüzden de aşkı daima aramalıyız Küçük Kız.”
“Peki,
insan aşkı neden arar?”
“Belki
de kendini eksik hissediyordur, ondan…”
“Peki
ya bulamazsa, ne olacak?”
“Sen
buldun ya Küçük Kız.”
“Bunu
nasıl anladın Kırmızı Kurdele?”
“İçinde
yaşadığın uyum, aşkın sonucu Küçük Kız.”
“İçimde
mistik bir coşku var.”
“İçinde
tanrısal olanla temasa geçme arzusu var.”
“Kadın
ve erkek bu arayışın neresinde, Kırmızı Kurdele!”
…
Mutluluğun
içinde olacağı bir aşk tanımı arıyorum. Aşk kaybedilmiş bir birliğin aranması
mı?
Biliyorum,
bu arayış her insanda var. Bu nedenle de birbirlerini bulma yanılgısıyla
birleşiyorlar. Ama zihinleri onları yanıltıyor. Aşk kelimesi kulağa hoş geldiği
için büyüsüne kapılıyorlar. Yanıldığımız içindir ki, bu arayış hiç bitmiyor.
“Peki,
insanı yanıltan nedir?”
“Cinsel
dürtü Küçük Kız.”
“Kadın
ve erkek özgür olursa bu yanılgı kaybolur mu?”
“Aşkı
cinsel dürtülerin içine hapsettiğimiz sürece hayır, Küçük Kız.”
“Bilim,
aşkın hormonlarla ilgili olduğunu söylüyor.”
“İki
insan arasında engellenemez bir çekim gücü var, fakat cinselliği reddedersek.”
“
O zaman bütünleşme nasıl olacak?”
“Sen
bütünleşmeyle birleşmeyi karıştırıyorsun Küçük Kız.”
“Ne
demek istiyorsun?”
“Üremek
için birleşmek gerekli.”
“Psikolojik
aşk, biyolojik aşkı döver, öyle mi?”
“Biyolojik
aşk yaşam yaratmaktan başka bir şey değil. Gerçek aşk bunun ötesinde bir şey,
Küçük Kız.”
İçinde
şefkat duygusunun olmadığı bir cinsellik aşkı çağırmaz. Aşkı çağırmak, onu
yaşamın içine katmaktır. Yaşam canlıdır, aşk da canlıdır. Aksi halde bütünleşme
olmazdı... Aşkın bize hissettirdiklerini dikkate alırsak, onun için bir enerji
de diyebiliriz. İçinde enerji olan her şey bütünleşmek ister. Çoğalmak,
zenginleşmek ister... Enerjinin olduğu her yerde yaşam var. Yaşamın içinde de
akıl ve uyum. Uyumun olduğu her yerde güzellik, mutluluk vardır.
“Biliyor musun? İnsanlar gerçekten sevmeyi
istiyorlar, Kırmızı Kurdele.”
“Evet,
ama beceremiyorlar.”
“Neden?”
“Kendine
şu soruyu sor Küçük Kız. Bugün birini sevebilirsin. Aynı insanı yarın, öbür
gün, beş gün sonra, hatta bir yıl sonra hala sevebilecek misin?”
“Aşk,
bugün, yarın ve gelecek günlerde de devam etmeli.”
“Yaşanan
şey gerçekten aşk ise, devam eder, Küçük Kız, değilse hayır.”
…
Aşkın
göstergesi göğsünüzün tam ortasında hissettiğiniz duygu yoğunluğudur, yani
coşku... Bu coşku saf sevgiyi içinde barındırır. Çünkü saf sevgi
beklentisizdir.
Beklenti
gönlü yorar, insanı şüpheye götürür. Sevilmediğimizi, istenmediğimizi düşünmemize
neden olur.
Âşık
olan insan, âşık olduğu insanın en ufak bir davranışına büyük anlamlar yükler.
Olumsuz davranışlarının karşısında yıkılır.
…
“Bir
davranışın olumlu ya da olumsuz olduğuna nasıl karar verebiliyorsun, Küçük
Kız?”
“Şartlanmalarım,
tabularım, ön yargılarım bana yardım ediyor.”
“Kendini
kandırma Küçük Kız.”
“Onlar
bu işi iyi yapıyor Kırmızı Kurdele.”
“Onlar
yüzünden aşkı kaçırdığını biliyorsun değil mi?”
“Elimden
gelse zamanı geri almak isterdim.”
“Biliyorum
Küçük Kız, sevda ateşinde yanmayı dilerdin.”
İki
insan geçmişte bir kez kavuşma anı yaşamışsa. Bu kavuşmanın bir nedenle
ayrılığa dönüşmesi, aşkı acılı hale getirir. Sevilen kişiden kopmak boşluk
oluşturacağı için, bu hissedilen acının sürmesine sebep olur.
Sevdiğiniz
insan, zihninizi ele geçirirse, onu düşünmeden bir anınız bile geçmez.
İçinizde
hissedeceğiniz en küçük bir umut kırıntısı, bütünleşme arzunuzun ömür boyu
sürmesine neden olur.
İşittiğiniz
duygu yüklü bir şarkı sizi alır götürür, sevdiğinizin yanına oturtur. Onun tenine
bile dokunmadan onda var olmayı, bütünleşmeyi yaşarsınız.
Aşk
kelimesini geniş anlamda kullanabiliriz. Annenin çocuğuna duyduğu sevgi, bir
erkeğin bir kadına, bir kadının bir erkeğe duyduğu sevgi, mesleğe duyulan
sevgi, yaşama duyulan sevgi, ilahi sevgi gibi...
İlahi
güç, yaşamı sevme becerisi taşıyan herkesin içinde vardır. Onu aramak, yaşama
tutunmak demektir. Çünkü o yaşamın ta kendisidir. Zira o her yerde her an nefes
alır, tıpkı sizin gibi... Sever, özler, sahip olmak ister. Muhteşem bir
enerjidir, yaşamın kaynağıdır. Bu enerjiyi bilgiyle birleştirdiğinizde, ortaya
muhteşem bir sanat eseri çıkar.
***
“...kelimeler sihirlidir, gizli
geçidin kapısını açarlar!”
Din,
insanların iç dünyalarını etkileyen, hayatı anlamlandırmaya yönelik katkı sağlayan
eylemler ve kurallar bütünüdür. Yani bir yaşam biçimidir.
Dini
anlamak insanın bakış açısına bağlıdır. Dolayısıyla mutluluğu ararken dinden
yararlanmak mümkündür.
Onun
ibadet boyutu, insanın hayatını anlamlandırmasında, ölüm gibi, insanın ruh
sağlığını etkileyen acılara katlanmasında, yaşam umudunu yenileyerek
zorluklarla baş edebilme gücü verir. Böylece insanın mutlu olmasındaki en
önemli itici gücün, yani pozitif enerjinin elde edilmesi sağlanır.
Mutluluk
gerçek benliğin açığa çıkmasıdır. “Ben kimim?” sorusunu sorarken, aradığı
cevabı bilen bir öte varlığı araması hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü kendisinin
bu soruya cevap bulabilmesi dış etkenler nedeniyle zordur.
“İlahi
güç insanın mutluluğunu esas almıştır. İnsanın mutlu olmasının yolu
yaradılışına uygun hareket etmesidir, Küçük Kız.”
“Peki!
Bu nasıl olacak?”
“Bunun
için insan kendini iyi tanımalı Küçük Kız.”
“Bu
çok zor değil mi?”
“Kafasının
içi örümcek ağlarıyla kaplanmış, bulanık suya benzeyen bir zihinle, insan
elbette mutlu olamaz, Küçük Kız.”
“Ama
herkes mutlu olmak istiyor Kırmızı Kurdele.”
“Mutluluk,
zihnin dingin olmasıdır.”
“Doğru
söylüyorsun da bu nasıl olacak?”
“Bunun
için iyinin, doğrunun ve güzelin ne olduğunu bilmek gerekir Küçük Kız.”
“Yani
bütün olumsuz düşünceleri terk etmemiz gerekiyor, değil mi?”
“Bunu
biliyorsan işin kolaydır Küçük Kız.”
“Artık
biliyorum.”
“İnsan
kararlarını alırken kendisi hakkındaki bilgilerden yararlanır Küçük Kız.”
“Öyleyse
mutluluk ruh saadetidir diyebiliriz değil mi?”
“Evet,
hatta iç huzurdur da diyebiliriz.”
“Bunun
için insanın kendine karşı dürüst olması gerekiyor o zaman.”
“Böyle
insanın hayata bakışı değiştiği için canlılığı ve yaratıcılığı da artar, Küçük
Kız.”
“Çok
iyi anladım, mutlu olmak için insan kendisiyle barışık olmalı. Bu da kendini ne
kadar sevdiğiyle ilgilidir. Ama bu sevgiyi yaratan da dış sevginin kendisine
yönelmesidir.”
“Mutluluk
zihinsel dinginlik sağlayacağı için akıl sağlığı açısından da önemlidir, Küçük
Kız.”
…
Rahatlamak
için yapılan tüm ibadet şekilleri kalbin huzur bulması içindir. Sevgisiz bir
kalpte huzur da olmaz. Öyleyse aradığım sevgi ibadetle elde edebileceğim bir
şey miydi?
İlahi
gücün azameti karşısında küçüklüğümü, güçsüzlüğümü itiraf etmek, mutlak bir
teslimiyetle secdeye kapanma itirafların en samimi olanıdır.
“Evet,
secde, ilahi gücün huzurunda eşsiz bir yere kapanma ve ondan aman dileme
olayıydı benim için Kırmızı Kurdele…”
“Onun
huzurunda durmak ve yaşanılan her şeyin onun gücü ve takdiri sayesinde
yaşandığını kabul etmek, hayatı hatalarla dolu bir insan olarak, seni affetmesi
için iyi bir yoldu, Küçük Kız.”
“Olumsuz
karakter özelliklerimi ortadan kaldırmak istiyordum. Bu isteğim, içselleştirme
bilincimin oluşmasına yardımcı oldu.”
“Kötülük
illa ki bir insana karşı yapılmaz. İnsan bunu kendi kendine de yapabilir, Küçük
Kız.”
“Hem
de çok iyi”
“Yaptığın
ibadet kendi kendine eziyet etmeni önledi, Küçük Kız.”
“Korkaklık
ve çekingenliğimi giderdi. Cimrilik ve kıskançlığı yok etti. Disiplin
kazandırdı.”
“İbadet
gerçek bir samimiyet içinde yapılırsa insanın ruhunun yücelmesinde inanılmaz
etkiye sahip oluyor, Küçük Kız.”
“Ruh,
beden kafesine kapatılmış bir kuş gibidir. İlahi güçle iletişim kurmak onu
sonsuzluk âlemine bağlıyor.”
“Ruh
bedenle bağımlı yaşar. Eğitilmemiş benliğiyse farkında olmayı engeller.”
“İnsanın
gönlü sıkıntılardan dolayı bunalıyor, sıkılıp, mutsuz oluyor değil mi?”.
“İlahi
güçle birlik olma ve bütünleşme duygusunu yaşamak, ruhunun yalnızlığını
göstermekten başka bir şey değildi, Küçük Kız.”
Namaz,
ilahi güce yaklaşma konusunda bir eylem oldu benim için. Ona nerede hata
yaptığımı sorma fırsatını bu şekilde buldum. O da bana hatanın bende olmadığını
kaderimi bu şekilde yazdığını, bunu kabul etmenin benim için daha rahatlatıcı
olduğunu söyledi. Buna inanmak istedim, öyle de yaptım.
Bu
eylem, inancımı güçlendirdi. Tutum ve davranışlarım üzerinde olumlu etkisini
gördüm. Namazı kılarken şöyle kılacaksın, şu sureyi okuyacaksın gibi ritüelleri
kabul etmek zorunda mıyım sorusunu hep sordum.
“Bütün
bunların sonunda kafan karıştı değil mi Küçük Kız?”
“Evet,
neden sevdiğim duayı okuyamıyorum? Neden beni en iyi anlatacak sözleri sarf
edemiyorum?”
“Kalbinin
sesini dinle Küçük Kız.”
“Eğer
secde anı, ilahi güce en yakın olunan an ise, neden ona sevdiğim şekilde hitap
edemiyorum?”
“Sana
kim ya da ne engel oluyor ki.”
“Neden
bedenimi ondan gizliyorum? Zaten o beni her zaman her halimle görmüyor mu?”
“O
her şeyi görür Küçük Kız.”
“Neden
ona dualarımla sarılamıyorum?”
“Öyle
yap, sanırım buna çok sevinirdi Küçük Kız.”
“Neden
ona en güzel sözlerle hitap edip aşkımı itiraf edemiyorum?”
“Aşk
onun en çok sevdiği şeydir Küçük Kız.”
İşte
bu düşünceler içindeyken, namazı yüce sevgiliyle bir buluşma zamanı olarak
kabul ettim.
İlahi
gücün önünde boyun eğmeyi, verdiği nimetleri fark etmeyi, bunun için şükretmeyi
öğrendim. Mütevazı olmayı, yapılan iyiliğe karşı duyarlı olmayı öğrendim.
Şaşılacak
şekilde direnç gösteren nefsimin karşısında ruhum, sabır örnekleri gösteren hür
bir iradeye dönüştü, şükürler olsun!
“Namaz
için yaşamın belli anlarını feda etmek gerekir, Küçük Kız.”
“Sanıyorum
insan en çok bu konuda cimrilik yapıyor.”
“Oysaki
bu süreci, bağışlanan yaşam için, bir çeşit hediye olarak kabul etsek, bence
her şey daha kolay anlaşılır.”
“Beni
yaratan o olduğuna göre, hayatım üzerinde de istediğini yapması doğal değil
mi?”
“İstesen
de istemesen de her şey senin iraden dışında gerçekleşti.”
“İlahi
gücün iradesini aşabileceğimi düşünmem tam bir kibirlilik haliydi. Onun
yazgısından kaçamamak beni teslimiyete mecbur kıldı.”
“İnsan
aklına durgunluk verecek bir işleyişin içindesin. Hiçbir şeyin tesadüf
olmadığını, her şeyin bilinçli bir irade tarafından belirlendiğini, ölçülerini
onun koyduğunu düşün, Küçük Kız.”
“Yaşamım dediğim sürecin, aslında benim
hayalim değil de, onun hayali olduğunu anlamam çok ironikti.”
“Onun
belirlediği kaderin, senin hayatın üzerindeki sorumluluğunu kaldırmaz elbette.”
“Davranışlarımın
temelinde ruhsal yapımdaki eğilimlerin olduğunu, bunların yaşamımı
şekillendirdiğini biliyorum artık.”
…
İlahi
gücün kuralları sebep sonuç ilişkisine dayanmaktadır. Bize verdiği irade
gücünün kullanılması insanın sorumluluğundadır.
İrade,
insanın yararına inandığı bir eyleme yönelmesine neden olan eğilimidir. İlahi
gücün belirlediği yasalara, her canlı itaat ettiğine göre, bu durumu yaşamın
içinde algılamamız gerekmez mi? Öyleyse itaat yaşamın kurallarına uymaktır.
Yaşamın kurallarını onun kurallarından ayrı tutmak anlamsızdır.
Bütün
varlıklar ona itaat ettiklerine göre, insan reddetmek yerine, şapkasını önüne
koyup, itaatinin nasıl olacağını
sorgulamalı.
İlahi
gücün kelamı şöyle der: “Onların kalpleri vardır ama onunla kavrayamazlar,
gözleri vardır ama onunla göremezler, kulakları vardır ama onunla duyamazlar.
Onlar hayvanlar gibidir hatta onlardan da daha akılsızdırlar. İşte yanılgı
içinde olanlar onlardır”
Buradaki
kalp, göz, kulak kelimeleri, aslında hissetme, algılama, düşünme, kavrama,
insanı bilgiye, derin düşünmeye ve imana götüren temel insani yeteneklerdir.
“Yaratıcının
kurallarına uyanlar başarılı olurlar, Küçük Kız.”
“Çok
kolay gibi konuşuyorsun.”
“İlahi
güç kimin ne şekilde hareket edeceğini bilir ve ona yolu kolaylaştıran
sebepleri hazırlar.”
“İradesini
doğru eylemle kullanamayanlar hoşuna gitmeyen olaylarla karşılaşıyor.”
“Bu
kötü sonuçların sebebi aslında kendisidir. Yani verdiği kararlardır.”
“Yaşadığım
her şey kendi arzum veya kusurumdu değil mi?”
“Yaşanan
kötü şeyler aslında kötü olmayabilir, Küçük Kız.”
“Artık
bunun farkındayım Kırmızı Kurdele.”
“Kendine
haksızlık yapıldığını düşünüyorsan, yaşadığın olayın sonuçlarını iyi
değerlendir, Küçük Kız.”
“Rabbimin
iradesinin her şeyin üstünde olduğunu ve asla zulüm etmeyeceğini öğrendiğim
zaman, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrıldığım gerçeğini daha kolay
kabul ettim.”
“O,
doğru yolu insanın kalbinde yaratır. Doğru yola yönlendirdiği insana kendini
sevdirir.”
“Buna
inanıyorum Kırmızı Kurdele.”
“O,
insana, iman etmesi için yeterli aklı vermiştir. Psikolojik donanıma sahip
yaratmıştır. Bütün âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok
kanıtları gözler önüne sermiştir.”
“İlmihalde
okuduğum şu cümle beni oldukça etkiledi.
“Kitaplar ve peygamberler olmasa dahi, insan yine Rabbini bulur.”
“Bu
arayış insanın doğasında var, Küçük Kız.”
“İlahi
güç, insanı yaratırken onun kişilik yapısına doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü
ayırt etme ve birini seçip yapabilme gücünü vermiş, değil mi?”
“İnsanlar
bunu kullanamıyorsa o ne yapsın. Kendisine verilen akıl yeteneğini ve irade
gücünü kötüye kullanmakta ısrar ediyorsa, tercihinin sonuçlarına katlanmasından
doğal ne olabilir?”
“Bunun
farkındayım Kırmızı Kurdele.”
…
Dua,
doğaüstü gücü yardıma çağırmak, ona sığınmak demektir. Kudretini, ilmini,
iradesini tanımak, kendimizin sınırlı ve sorumlu olduğumuzu kabul etmektir.
Dua
ederek kalbimi ona açtım. Çaresizliğimi, yalnızlığımı anlattım. Çevremden
gelecek her türlü şartlanmalara engel olmak için büyük bir mücadele verdim.
Sonunda iç sesimi dinledim. Çünkü onun her zaman doğruyu söylediğine
inanıyordum artık.
Bu
düşünce, onun öngördüğü yaşam felsefesini öğrenme konusundaki hedefime ulaşmamı
kolaylaştırdı.
Duanın
gücüne inanır ve onun gücünü üzerinizde hissederseniz, sonsuz bir varlıkla
ilişki kurduğunuzu da fark edersiniz. Bilincimizin ve zihnimizin olgunluğa
erişebilmesi için güzel bir yöntemdir.
Bilincimizde
kaydedilmiş bilgi, zihnimizdeyse doldurulmuş bilgi vardır. İşe yarar bilgiyi,
zihnimizdeki ıvır zıvır bilgiden ayıklayıp yön vererek, içsel enerjimizi iyi
bir niyet haline dönüştürebiliriz.
Dua
insanı olumlu yönde değiştirir. Böylelikle bir süre sonra sarf ettiğimiz
sözler, kendi özümüz olarak yeniden doğar. Eğer alışkanlık haline gelirse
karakterimiz yeniden şekillenebilir.
Düşünceler
zihnimizde birikir. Zihnimiz, pek çok insanın aynı anda konuşmasıyla,
anlaşılmaz düşüncelerle dolan bir oda gibiyken, dua işte bu anda devreye girer
ve düşüncelere yön verir. Dolayısıyla zihnimizin gereksiz düşüncelerden
arınmasını sağlar.
Duanın
işe yarayıp yaramadığını anlamak için, duadan sonra, özellikle ne
hissettiğinizi düşünün. Bu çok önemlidir. Yaşayan biri olarak söyleyebilirim
ki, sanki sizi dinliyor ve cevap veriyor gibi hissedersiniz. Üstelik duanın
etkileri hayal değildir. Bir yükselişin göstergesidir. Çaresizliğin ve
beceriksizliğin sonucu değil, aksine inançlı ve güçlü bir iradenin sonucudur.
Yapılması gerekeni yapmış, çabalamış ve yapılmayanı bulmuş, en güçlü olanı
keşfetmiş ve ona yönelmiştir.
Yürekten,
derinlerden gelen bir yakarış sizi kurtaracaktır. Bundan asla şüpheniz olmasın.
“Genelde
insanların çoğu dualarının kabul olmadığına inanır, Küçük Kız.”
“Ben
böyle bir şey düşünceye kapılmadım.”
“Çünkü
hayatında gerçekleşen gelişmeler sana dualarının kabulü konusunda cesaret
verdi. İnanan, umutla bağlanan insanın, yaşamla ilişkisinin kopmadığını fark
ettin, Küçük Kız.”
“Evet,
zorluklar karşısında umutsuzluğa düşmezse, hayat onu tekrar kucaklayıp bağrına
basıyor, Kırmızı Kurdele.”
“Bütün
kötü olayların insanda açtığı yaralar zamanla kabuk bağlar ve acıları hafifler
Küçük Kız.”
“Benim
acılarım da hafifledi.”
“Çünkü
sevgi, sabır, hoşgörü, affetme gibi evrensel değerleri öğrendin, Küçük Kız.”
“İnsana
insan olmayı bu değerler öğretiyor, değil mi?”
“Bu
senin için muhteşem bir kaynaktı ve bir öğreti olarak karşında duruyordu.”
“Kendimi
kabullendim. Sözlerimle kendimi ifade edebildim. Kaygıyı kalbimden ve zihnimden
uzaklaştırdım. Sorumluluğumun farkına vardım. Özümü keşfetmem düşünce ve davranışlarıma
yansıdı. Daha üretken oldum ve dolayısıyla daha mutluyum Kırmızı Kurdele.”
“Senin
açından benliğini derinden etkileyen özelliklerle doluydu, Küçük Kız.”
“Ah!
Evet, Kırmızı Kurdele, yaşadığım içsel aydınlanma beni değiştirdi,
olgunlaştırdı.
Yaşadığım olaylar karşısında tutumumu değişmesine neden oldu.
Zayıf ve güçlü yanlarımı keşfettim. Böylece acı çekmek, suçluluk hissiyle
yaşamak yerine sevinç içinde kendi özümde var olan sevgi ve akıl güçlerimi
geliştirerek daha dayanıklı bir insan olmayı öğrendim. Bunu yaparken karşımda
beni korkunç bir şekilde cezalandıracak bir varlık olduğunu düşünseydim asla
kendimi onun kollarına bırakamazdım. Oysa sınırsız merhamet düşüncesiyle beni
affedecek bir varlık olduğunu düşündüm.”
...
“Her
şeyi sevgiden ve sevgiyle yaratan, yarattığı her şeyi sonsuz merhametiyle
kuşatan, kucaklayan,
sonsuz
hayatın sahibi, yaşamın kaynağı.
Bütün
varlıkları; yeri, göğü, her şeyi dengede tutan.
Her
şeyin farkında olan,
Benim
için kim aracılık yapabilir,
Beni
affetmen için benden başka kim yalvarabilir.
Yaptıklarımı
ve yapacaklarımı biliyorsun.
İlminden
ancak istediğin kadarını bilebilirim.
Bu
gücü bana verecek olan sensin.
Sen
kutsalsın, her türlü kötü özelliklerden arınmışsın.
Barış
ve esenliğin kaynağısın, güvenlik verensin.
Yaratan
ve yoktan var edensin.
En
güzel sözlerle kendini ifade edensin,
Yarattığın
her şey seni yüceltirken,
adını
dilimden düşürmeme izin verme.
Yüksek
iradesiyle karar veren ve sonsuz bilgi sahibisin.
Senin
gücün her şeye yeter.
Ben
ise, kalbimdeki ve beynimdeki düşüncelerimi, yaptıklarımı ve yapacaklarımı
bilmiyormuşsun gibi davrandım.
Seni
duyduğum halde duymuyormuş gibi, gördüğüm halde görmüyormuş gibi davrandım.
Kalbimin
her atışında varlığını hissettiğim halde bilmezlikten geldim.
Ben
kendi kendime eziyet ettim.
Sana
sesleniyorum, sesimi duy, senden yardım istiyorum.
Beni
merhametinle kucakla.
Acizliğimi
kudretinle kuşat.
Bilgisizliğimi
bilginle çoğalt.
İçimdeki
öfkeyi şefkatinle yok et.
Sen,
bütün canlılara merhamet edensin, bana da merhamet et.
Bildiğim,
gördüğüm, duyduğum en güzel olansın. Güzelliğini yüreğimden eksik etme.
Gözlerimi
çevirdiğim her yöne, gerçeği bilmekten doğan aydınlığınla bakmayı öğret.
Gördüğüm
her şeyi, merhametinle yargılamayı bana da öğret.
Yarattığın
her şeyi, senin gözlerinle görmeyi, senin gibi sevmeyi öğret.
Senin
kaleminden yazmayı, senin dilinden konuşmayı öğret.
Senin
affettiğin gibi, bana da affetmeyi öğret.
Sonsuz
rahmetinle yarattığın insanlar arasında, kulağın, gözün, dilin olmayı bana da
armağan et.
Dostum,
sırdaşım, en mükemmel sevgili, beni duyduğunu biliyorum.
Ey
yüce varlık, yüksek ahlak sahibi, nimeti bol olan, her sözü duyan, her şeyi
gören,
Ruhumun
huzur bulması, sana ulaşabilmesi için,
sabırla
beklemekten başka çare yok.
Seni
anmak, hatırlamak ve sevmekten başka çare yok.
İmanımdan
başka çare yok. Umudumdan başka çare yok.
Bana
öğrettiğin, en güzel sözlerini söylemekten başka çare yok.
...
Kelimeler
güçlüdür; onlar gizli bir geçidin kapısı gibidirler. Bu güç içlerinde
barındırdığı derin anlamlarında yatar. Her kelime niyet ve bilgi içerir.
Farkında olma düzeyinin diğer bir farkında olma düzeyiyle haberleşmesini
sağlarlar.
***
“...affetmek özgürleşmek demektir!”
Düşünce,
varlıklar içinde sadece insana verilmiştir. Savunmasını ve mücadelesini onunla
yapar. Hatta iyiyle kötüyü yine onunla ayırt eder. Olayları yaşarken sebep
sonuç arasında bağ kurar. İnsan düşünerek farklı düşünceler arasından yolunu
bulmaya çalışır. Bu, insan için ayırt edici bir özelliktir. Ancak özgür bir
insan bağımsızca düşünebilir ve düşüncelerini yaşamına aktarabilir.
Düşüncelerimiz her zaman iç sesimizle uyum içinde olmalı. Eğer bu uyum olmazsa
şeytan, her zaman kuytuda bekleyen hırsız gibi hayatımızı çalar.
Düşünmek,
aynı zamanda ahlaki hayatın da temelidir. Sözcüklerle ifade etmek gerekirse;
davranışların iyi, doğru, güzel olmasıdır. Her zaman güler yüzlü ve alçak
gönüllü olmaktır. Kavgadan, kıskançlıktan uzak durmaktır. Sevilmeyen
davranışlar olursa görmemezlikten gelmek, insanların kusurlarını yüzüne
vurmamaktır. Sır saklamaktır. Kimseyi kötülemeden, kimseyi kınamadan, kimsenin
gizli-saklısını öğrenmeye çalışmadan yaşamaktır. Güzel konuşmaktır. İyi
dinlemektir. Anlamaya çalışmaktır. Öfkelenmeden ve bağırmadan cevap vermektir.
Derin düşünmekten korkmamak ve aklın varlığına güvenmektir.
“Büyük
düşünür Arabî; “Akıl sahibini faziletlere götürür. Çünkü o, sahibini gereksiz
şeylerden alıkoyar.” demiş, ne doğru söz değil mi Kırmızı Kurdele?”
“Evet,
Küçük Kız. Ama aklın sınırını genişletmek bilgiyle; yani aydınlığın ışığının
insanı sarmasıyla mümkündür. O çok sevdiğin felsefenin de özü akıldır, Küçük
Kız.”
“Aklın
iyiliği ve kötülüğü kavrayıp ikisinden birini seçme özgürlüğü var mı?”
“Elbette
var, bu da onu yaptığı seçiminde sorumlu yapar. İstediğini seçer ve bedelini
öder. Aklını kullanması için insana göz, kulak ve vicdan verilmiş. Hüküm veren
akıldır. Görerek, duyarak ve adaletle karar vererek. İnsan aklını kullanmadığı
sürece değerini, yani insanlığını kaybeder, Küçük Kız.”
“Oysa
insanın en güzel şeklide yarattığını söylemiştir yaratıcı. Peki, bu mükemmel
yaradılışı bozan kim ya da nedir?”
“Basiretsizlik
Küçük Kız.”
“Basiret
nedir, Kırmızı Kurdele?”
“Kalp
gözüyle görmektir, kalbinin sesini duymaktır, Küçük Kız.”
“Bu
söylediğin ilahi gücün yol göstermesi, yarattığı şeylerin tabiatını belirleyip
onu hedefine yönlendirmesi değil mi?”
“Bu
yöneliş için her zaman, her insana doğru yolu seçmek için mutlaka imkânlar
sunar Küçük Kız.”
“İnsanı
basiretinin bağlanması, kendi tutum ve davranışları, bencil duyguları, ön
yargıları, aşırı düşkünlük ve tutkuları, inatlaşması değil mi?”
“İşte
bu duygular seni de cahilce, gurur ve kibir duygusuyla inatlaşarak, benliğini
inkâra yönelten bir çıkmaza sürükledi, Küçük Kız.”
“Biliyorum,
elbette insanın hayatı pürüzsüz ve engelsiz değil.”
“Senin
için en büyük engel, içindeki kendinle ilgili olumsuz duygu ve düşüncelerdi
Küçük Kız.”
“Kilitlenmiş
bir akılla, özgür düşünceden yoksunken kendim hakkında nasıl doğru karar
verebilecektim ki?”
“Haklısın,
olayların arka planını kavrayabilme ancak hür bir iradeyle olabilirdi.”
“Bu
iradeyi yok saymak, toplumun hep yaptığı bir şey değil mi? Davranışlarımı
değerlendirerek, benim hakkımda benim irademden yüksekte bir irade olduğunu
zanneden otorite; anne, baba, komşular, akrabalar, arkadaşlar, benim hakkımda
nasıl karar verebilirler? Herkesin yaptığını yapmak zorunda mıyım? Benim
mutluluğumun hiç mi önemi yok? Beni
engellemeye ne hakları vardı? Bir gün babamın, “Eğer engellenmeseydin çok şey
yapardın demesi artık bana ne kazandırabilir ki? Bunu söylerken kocamın bana
koyduğu engellemeleri düşündüğünü biliyorum.
Peki, kendi koyduğu engellemeleri hatırlıyor mu acaba?”
“Geçmişe
takılı kalırsan geleceğini inşa edemezsin Küçük Kız.”
“Biliyorum,
geçmiş kaybedilen zaman, gelecek de hayalden ibaretmiş, her şey şimdide
gerçekleşiyormuş.”
“Yaratıcı,
insana hayat şartları hazırlar.”
“İnsan,
bu şartları ne kadar kullanabilir ki?”
“Tabii
ki birikimiyle Küçük Kız.”
“Balığa
engin bir deniz vermişler, o karada yaşamak istemiş. Yaşayacak ve görecek
elbette.”
“Sende
de biraz öyle oldu Küçük Kız.”
“Yaptığımız
işler güzel olursa hayatımız da güzel olur değil mi?”
“Her
şeyi yaşamın iradesine bırak ve çalışmaya devam et.”
...
Benim
inancım yaratıcının bir ve bütün olduğudur. Kalbimin inandığını dille
söylemektir. Dille söylediğimi ise uygulamaktır.
“Ona
dayatılan bilgiler sonucunda inanmak istemedim.”
“Zaten
öyle bir inanç çok uzun sürmezdi Küçük Kız.”
“Ben
aklımı ikna ve kalbimi tatmin ederek ona yaklaştım.”
“Bunun
temelinde akıl, irade ve özgür bir ruh vardır, Küçük Kız.”
“Yaratıcı
herkesi özgür ve tek yaratmıştır.”
“Özgürlük
insanın sahip olacağı en güzel şeydir Küçük Kız.”
“Akıl,
inancını ilim ve araştırmayla gerçekleştirmeli. Asla zorlama olmamalı, ömür
boyu sürmeli; bu da ancak gönüllülük esasına dayanır.”
“Öğrenme
duygusal bir süreçtir. Beşikten mezara kadar sürer, Küçük Kız.”
“Kendimi
bir beden mi yoksa daha önemli bir şey mi olduğunu düşündüm hep, hiçbir şey
olmama ihtimali de vardı tabii.”
“Onun
için dünya hayatı seni olmadığın bir şey olduğuna inandırmaya çalıştı, Küçük
Kız.”
“Evet,
bunu yapmaktan da yorulmadı, bıkmadı.”
“Sen
hisseden, düşünen, bedeni hareket eden bir varlıksın.”
“Ah!
‘Ben kimim?’ sorusuna bir cevap bulabilsem.”
“Kendinin
bu ya da şu olduğunu görmeye çalışmaktan artık vazgeç Küçük Kız.”
“Peki,
her şeyin kaynağı ben miyim?”
“Kaynak,
içindeki var olma arzusudur Küçük Kız.”
“Öyleyse
hala ne arıyorum.”
“İçinde
üstün bir insan arıyorsun.”
“Hayır,
yanılıyorsun, ben sadece kendimi arıyorum.”
“Ama
tutkulu bir insan arıyorsun.”
“Peki,
neden bulamıyorum?”
“Dikkatsizliğin
yüzünden onu göremiyorsun.”
“Ne
olduğumu bulursam belki…”
“Küçük
Kız, lütfen kendini tarif etmekten vazgeç. Bırak yaşamın zihninle birlikte akıp
gitsin.”
“Anılarım
beni rahat bırakmıyor.”
“O
anılarım dediğinden vazgeç ve geleceği yaratmak için yüreğinde samimi bir istek
duy.”
“Sence
samimi değil miyim?”
“Bence
hedefinle gittiğin yol farklı olmamalı. Davranışların inancına ihanet
etmemeli.”
“Ben
en büyük ihaneti sana yaptım Kırmızı Kurdele.”
“Ben
seni affediyorum. Sen de kendini affet, olur mu Küçük Kız.”
…
Affetmek
oldukça zengin felsefi bir düşüncedir. Ama üzüldüğümüzde, kendimizi değersiz
hissettiğimizde affetmek zordur. Kalp kırıklığı öfkeye dönüştüğünde korkarım
hiçbir ilişki için kurtuluş yoktur.
“Affetmek
özgürleşmek demektir. Yıllarca hiç geçmeyeceğini düşündüğün acılardan
kurtulmaktır, Küçük Kız.”
“Ne
güzel bir düşünce, değil mi?”
“Biliyor
musun, affetmeyi öğrendiğinde seni pozitif bir enerji sarar. Bu enerji diğer
pozitif enerji sahibi insanları sana doğru çeker, Küçük Kız.”
“Savunma
mekanizması gereği insan, genellikle affedeceğim bir şey yok diyor.”
“İyi
düşün Küçük Kız, gerçekten affedecek bir şey yok mu?”
Yaşadığımız
kırgınlıkları, fark etmemiş, unutmuş, hatta umursamaz gibi görünsek de,
bilinçaltımıza işlemiş ve bize doyumu eksik olan bir hayat yaşatıyor olabilir.
Bu durumdan kurtulmanın tek yolu affetmektir. Kendimizi ve herkesi…
Affetme
sürecinde sadece kendi acılarımızın farkındayızdır. Ancak diğer insanın
acılarının farkında değilizdir. Aslında o da en az bizim kadar kurbandır. Bunu
kavramak inanılmaz bir özeleştiri yöntemidir. Bunu başardığımızda her şey
yoluna girer. Çünkü içinizde öfke kalmaz. Kendinizi ve herkesi özgür
bırakırsınız. Yani affetmek hayata yeniden merhaba demektir. Affetmek yeni
aşkları çağırmaktır. Aşk ise bütün ihtişamıyla kaleminizin ucunda yazılmayı
bekler. Aşkı yazmak, onu sevdaya çevirmektir.
“İnançtaki
yanlışlık, düşüncede yanlışlığa, düşüncede yanlışlık ise insanı yanlış
davranışa itiyor. Bunun farkındayım artık. İnsan içindeki yanlış inançtan nasıl
kurtulur, Kırmızı Kurdele?”
“İçinde
var olan bilgiyi harekete geçirerek.”
“İyi
de nasıl olacak bu?”
“Bunun
için itici bir güç gerekiyor. Yaşadıkların itici güç olabilir, Küçük Kız.”
“Yaşamımıza
bu güç yön veriyor değil mi?”
“Tekâmül
dediğimiz muhteşem işleyiş, sadece değişim ve gelişimden ibarettir.”
“Buna
göre anlıyorum ki insan, eğitilebilen, değişebilen bir varlıktır, öyle değil mi
Kırmızı Kurdele?”
“İnsanın,
aslına uygun olarak, sosyal çevresinin egemenliği altına girmeden, sahip olduğu
kendi potansiyeliyle yaşaması gerekiyor, Küçük Kız. Görünüşünün altında var
olan içgüdülerin, zihinsel kapasiten, duyguların, düşüncelerin, isteklerin fark
edilmeyi bekliyor. Kendini fark et. Neler yapabileceğini fark et. Kim olduğunu
fark et.”
...
Lise
ikinci sınıfta fen bilgisi öğretmenimden bu bölümüne geçmek için not istedim. O
da beni kırmayacağını, istediğim notu vereceğini söyledi. “Ama” diyerek ekledi,
“Sen edebiyat okumalısın.”
Ben
de ona “Herkes fen okumak isterken, ben neden edebiyat okuyayım.” dedim.
Öğretmenim, “Fen bölümünün sonuncusu olmaktansa edebiyat bölümünün birincisi
olmak daha iyi değil mi?” diye sordu.
“Ah!
Kırmızı Kurdele, öğretmenim beni birinciliğe layık görmüş.”
“Evet,
Küçük Kız, birinci olabilirdin.”
“Onun
ne söylemek istediğini anlayamadım.”
“Senin
gibi güvensiz biri için, bu çok zordu Küçük Kız.”
“Bunu
çok okuyarak yenmeye çalıştım.”
“Hatta
yazarak öyle değil mi Küçük Kız?”
…
Sözler
bazen sessiz, bazen cılız, bazen gür çıkar. Fakat her zaman sözün bittiği bir
yer vardır. İşte o zaman yapılacak en doğru şey yazmaktır. Yazılan her kelime
okuyucunun kendi karanlığının derinliğine sesleniştir.
Yüreğinin
derinliklerine inip, iç hesaplaşma yapmak, bu hesaplaşmayı yazıya dökmek çok
zor bir serüvendi.
Ağladım
bazen, yüreğimden gelen sese kulak verirken. O ses “Yaz” dedi, “Yaz, her şeyi
yaz. Duyduklarını, gördüklerini, hissettiklerini, düşündüklerini, yaz ki duysun
herkes çığlığını.”
Yazmayı
bilmek belki bir tanrı vergisidir. Belki çok çalışmak, belki de kelimelerle
oynanan oyundur. Hem de tek başına oynar bu oyunu yazan insan. Kendi yüreğine
sorar binlerce soruyu, yine kendi bulur cevabını. Dökülür kelimeler
haykırırcasına kaleminin ucundan; çığlık gibi... Meydan okur herkese,
özgürlüğünün ve cesaretinin tadını çıkararak.
Yıllar
önce okuduğum bir kitaptan şöyle bir not almışım defterime: “Kâğıt ve kalem
kurtuluşun olacak. Sözlerini yaz. Çünkü onları anımsamanın yolu budur. Yaz!
Varlığının dağılmış kalıntılarını bir araya toplayabileceğin tek yoldur.”*
Biliyorum,
gerçekten çok zor. Korkmadığımı söylersem yalan olur. Elim titrese de çoğu kez,
yazacağım.
Parçalara
ayrılıp, savrulmuş varlığımı bir araya getirip, kaybolmuş benliğime yeniden
kavuşmanın en doğru yolunu artık buldum. Yüreğimden gelen sese kulak verip, ben
de varım diyeceğim bu serüvende…
Biliyorum
ki bu zorlu yolda yalnız değilim, hem kendi içime, hem diğer insanlara...
Evet,
bir çığlıktır yazmak. Bilmem sesimi duyurabildim mi? Yeterince gür çıktı mı?
Yoksa rüzgârın sesine karışıp yok mu oldu?
“Hayır,
Küçük Kız.”
“Sen
duydun ya, yeter bana. İlk aşkım benim, Kırmızı Kurdele’m.”
“İnsan,
sesini önce kendisi duymalı, Küçük Kız. Çünkü varlığını oluşturan öz benliği o
kadar çok derinlerdedir ki.”
***
“...yaşama
sarıl, göreceksin her şey düzelecek!”
Yaşım
kırkı çoktan geçmişti ama içimdeki üniversiteyi okuma arzum geçmemişti.
Düşündüm, hem de derin derin buna neyin engel olduğunu; hiçbir değeri olmayan
düşüncelerden başka bir şey olmadığını gördüm.
Babam
evlenmek için seçtiğim erkekleri onaylamamıştı. O zamanlar çok kızmıştım ama
şimdi haklı olduğunu görüyorum. Çünkü o da göğsüme takılan Kırmızı Kurdele’yi
sevmişti. Ona onay vermişti. Okumamı hep destekledi.
Yıllar
sonra yaşı geçkin bir kadın olarak üniversite sınavlarına girmek istediğim de,
eşim beni, boşanmakla tehdit etti. “Okursan boşanırım senden.” dedi.
Babamın
boşanmaya karşı olduğunu bildiğinden, bu tehdidinin işe yarayacağını düşündü
sanırım. Fakat babamın “Boşarsa boşasın.” sözünün ardından hayal kırıklığına
uğradı.
Sınavları
kazandım ve ilk harç paramı da babam verdi.
Diplomayı
aldığım zaman eşim alaycı bir sesle, “Şimdi ne yapacaksın onu?” diye sordu. “Bu
yaştan sonra ne işe yarayacak ki.” diye de ekledi.
Ben
de “Çerçeveletip duvara asacağım. Sonra da karşısına geçip kahve içeceğim ve
başarımı kutlayacağım.” dedim.
“Ah!
Kırmızı Kurdele, o gün ne kadar mutluydum biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum
Küçük Kız.”
“Bunu
yıllar önce yapmalıydım demekten kendimi alamıyorum.”
“Hayatın
daha farklı olurdu Küçük Kız.”
“Biliyorum,
işte bu yüzden üzülüyorum ya.”
“İnsan
pişmanlığı bir kolye gibi boynunda uzun süre taşırsa, bir gün taşınamayacak
kadar ağırlaştığını fark eder, Küçük Kız.”
“O
ağırlığın altında eziliyorum, Kırmızı Kurdele.”
“Üzülme
Küçük Kız. Yaşadıkların bugün seni sen yapan şeyler. O yaşadıkların olmasa
bugün bu yazdıkların da olmazdı.”
“Eğitilmemiş
benliğim beni oyaladı, kandırdı.”
“Evet,
ama o eğitilebilen bir şey Küçük Kız.”
“En
büyük, en çetin mücadele değil mi?
“Evet,
Küçük Kız. Onu yenmenin en iyi ve kolay yolu okumaktır. Çok oku, daima oku,
aşkla oku.”
...
Kocam
“Kitaplarını benden çok seviyorsun.” diye sitem ederdi. Galiba haklıydı.
Kitaplarımı herkesten, her şeyden çok sevdim. Bir kitabı elime aldığım zaman,
içimde duyduğum coşkuyu hiçbir insanla yaşamadım. Farkında olmadan aşkı satırların
arasında aramışım.
Kitaplarım
beni tedirgin etmeyen, bana güven veren tek şeydi. Onları elime almadığım zaman
susarlar, sayfaları karıştırmaya başladığım zaman, söylemek istediklerini
açık-seçik söylerlerdi. Onlar beni mutlu etti hep, eğlendirdi. Sözcükler
cümlelere dönüşerek, kendilerine özgü bir ışıltıyla dünyamı aydınlattılar.
Kitaplarım,
engellenmişliğin acısını çekmemi, kırgın, küskün bir şekilde bir köşeye
çekilmemi engelledi. Geleneklere ve kurallara sıkı sıkıya bağlı olmama rağmen
ufkumu genişlettiler.
İnsan
beyni okuyarak beslenir. Okuyan insanın farklı bir bakış açısı vardır. Yeter ki
okumayı gerçekten, gönülden istesin.
İtiraf
etmeliyim ki okumak çok kolay bir şey değil. Sabır ister, kararlılık ister,
adanmışlık ister.
Sanırım
bu satırları okuyan siz, yüzlerce sayfalık kitapları gözlerinizin önüne
getirdiniz. Yüzünüzün ne hale geldiğini merak ediyorum. Belki de hiç zamanınız
olmamıştır. Hep öyle derler ya!
Ben
okumaktan korkan insanlar biliyorum. Eline bir kitap alınca dizleri titrer,
kafaları karışır, karınları ağrır.
Zihni
o kadar boş şeyleri düşünmekle meşguldür ki, cehennemde yaşamaya o kadar
alışmıştır ki, cennetin anahtarının o satırlar arasında olduğunu fark etmez.
Oysa
okumak bir arayıştır. İnsanın hakikati arayıp bulma arzusudur. Ruhu yüceltir.
Zirveye çıkartır. Oradan melekler gibi kanatlandırıp uçurtur.
Ne
güzel olurdu değil mi?
Bir
melek olsanız, kanatlarınızda bilgi taşısanız ve insanlara armağan etseniz,
sadece adından bahsetmek bile insanın hayal gücünü nasıl da genişletiyor.
“Evet,
Küçük kız, dediğin doğru.”
Okumak
algılarımızı değiştirir. Düşüncelerimizi düzenler. Karar vermemizi
kolaylaştırır.
Okumak,
yazanı anlamamızı ve tanımamızı da sağlar.
Elinizdeki
kitabı kim ve neden yazdı?
Bu
soru gözlerinizin önünden akıp giden kelimeleri daha iyi anlamak için müthiş
bir çaba, heyecan ve merak gerektirir.
Elinizdeki
kitap herhangi bir kitap olabilir. Ön kapağının üstünde bazen irice bazen de
küçük puntolarla kitabı yazanın adı vardır.
Peki!
Elinizdeki kitabın yazarı her şeyi yaratan, yoktan var eden, hatta sizi bile
yarattığını söyleyen yüce bir varlık ise ne olacak? Bunun yazarını merak etmez
misiniz? Doğrusu ben çok merak ettim. Her kelimesini düşünerek, anlamaya
çalışarak okudum. Anladınız değil mi? Kur’an’dan bahsediyorum. Bu okuma tutkum,
beni, onu da okumayı öğrenmeye kadar götürdü sonunda.
Kelimeler
arasında gezindikçe aslında elimdeki kitabın varoluş destanının içinde yer
aldığı kâinat kitabı olduğunu fark ettim. O’nun istediği ve “Ol.” diyerek
oldurduğu varoluş destanı... Bu destan benim için bir yol gösterici, bir ışık
kaynağı oldu.
“Allah’ı
neden aradın Küçük Kız?”
“Kalbimin
derinliklerinden gelen ses onu bulmamı söyledi.”
“Peki!
Onu bulunca ne oldu Küçük Kız?”
“Kendimi
buldum.”
“Onu
bulmakta zorlandın mı?”
“Hayır,
söylediği gibi bana şah damarımdan bile daha yakındı.”
...
Yeryüzünde
bir gölge gibi dolaşırken, bir yol göstericinin karşısında buldum kendimi. En
nazik ve şefkatli haliyle bana ne kadar çok sevindiğini söyledi. Bana
özgürlüğümü vereceğini söyledi. Ona inandım. İnanmak istedim. Çünkü çok
yorulmuştum. Gözlerimdeki ışığın yavaş yavaş söndüğünü görebiliyordum. Ruhumun
karanlığın içine çekildiğini bile fark ediyordum. Oyun bitiyordu ve sahneden
inmek üzeredeydim. Son kez seyircilere selam verip veda etmeyi düşünürken, perdeyi
aralayıp bana gülümsediğini gördüm.
“Pes
mi ediyorsun? Sana verdiğim en değerli şeyi terk mi ediyorsun?” diye sordu.
Onun
gülümseyen yüzünü görünce “Ne yapabilirim ki?” dedim.
O
da “Pes etme, yaşama sarıl, göreceksin her şey düzelecek.” dedi.
Hiç
bitmeyecek ışığıyla kucakladığı ruhum, her nefes alışımda iyi ki varsın
dedirten dostluğuna şükrederken, yalnız olmadığını biliyordu artık. O’nun
emirleri cennete giden dilek taşlarıdır. Sanki her taşın altında bir bulmaca
saklı.
***
“...İnsanlar konuşarak anlaşır!”
Bu
bulmacayı çözmeye çalışırken, saçlarına aklar dolmuş, çok sabırlı, sevgi dolu
bir adam bana yardım etti. O da okumayı, yazmayı çok seviyordu. O da ilahi güce
inanıyordu. Bir gün ona şöyle dedim.
“Bu
kitabı yazarken sanki görünmez bir el elimin üstünde bana yardım ediyor.”
Güldü. Bu gülüşünün ardından ‘O’nun yardımı olmadan böyle yazabileceğini mi
zannediyorsun?” diye sordu.
O,
sessizliğimin arkasındaki ‘Ben’i’ merak etti. Gün ışığıyla buluşturdu. İpini
içinde bulunduğum derin kuyuya saldı. Beni, yorgun kollarıyla, içinden gelen
derin inancıyla çekip çıkardı.
Işığın,
karanlıktan kör olmuş gözlerimi kamaştırmamasını, önünde perde olarak
engelledi. Korkumu, sabrını kalkan ederek, içimde sindirip yok etti.
Hoşgörüsüyle kucakladı. Bilgisini, en ufacık kibir ve kıskançlık göstermeden
paylaştı.
Emek
verdiği yıllarını altın tepside sunarak şöyle dedi: “Ben vermekten korkmuyorum.
Sen de almaktan korkmuyorsan, hepsini vermeye hazırım. Bu kadar bilgiyi mezara
götüreceğim de ne olacak? Bedenimle beraber onlar da çürüyüp gidecek.
Çürümesin, başka zihinlerde, başka yüreklerde filizlenip yeniden doğsun!”
Kararlılığı,
Tanrı Odin gibi, elinde taşıdığı mızrağı oluvermiş, korumacılığı diğer elindeki
kalkanı. Aklı ve düşünceleri omuzlarına konmuş kuzgunlar gibi, düşüncelerime,
hayallerime cesaret verdi, umuduma umut kattı.
“Ah!
Kırmızı Kurdele, bu yaşadıklarımdan sonra dualarım kabul oldu mu dersin?”
“Umudunu
yitirme Küçük Kız.”
Her
insan, yaşamında zor durumlarla karşılaşır. Karar vermek ve harekete geçmek
için yönlendirilmeye ihtiyaç duyar. Böyle durumlarda sizin de karşınıza bir
insan çıkabilir. Bilgisini ve enerjisini sizi yönlendirmek için kullanabilir.
Onun yüzüne baktığınızda, onunla konuştuğunuzda, hayallerinizi anlattığınızda,
bıkmadan usanmadan sizi dinlediğinde;
içinizdeki öfkeyi sevgiye dönüştürdüğünde, içinizde sıkışıp kalmış
sözcüklerin nasıl sihirli sözcüklere dönüşebileceğini anlattığında, hayata
bakışınızı değiştirdiğinde, ardına bakmadan geçip giden yılların, nasıl bir
romana dönüşebileceğini gösterdiğinde ve onun gibi bir öğretmene sahip
olduğunuz için mutlu olursunuz; hem de çok mutlu…
…
Zaman
içinde fark ettim ki hayvanlarla daha iyi anlaşıyorum. Onları çok sevdim. Onlar
sözcüklerle konuşmuyorlar. Kendilerini ifade etmeleri çıkardıkları seslerle
sınırlı!
Fakat
davranışları sanki her şeyi anlatıyor. Pek çok insanın bunu bildiğini
sanmıyorum. Bunu öğrenebilmek için hayvanlarla yakın temas kurmak, aynı yerde
yaşamak, onların da yaşama haklarının olduğunu bilmek ve yardım etmek gerekir.
Bazen
düşünüyorum da galiba hayvanlar insanlardan daha güvenilir ve daha samimi
oluyorlar. Yalan söylemiyorlar. Kibirli değiller.
Biber
adında bir köpeğim vardı. Onunla boğuşurken elimi dişlerinin arasına koyar,
çenesini tutardım. İsteseydi her an elimi parçalayabilirdi ama yapmadı. Neden
yapmadı? Çünkü beni seviyordu. Biliyordu ben de onu seviyordum. Ağladığım zaman
yanıma sokulur o da ağlardı. Gözlerini gözlerime diker öylece bakardı.
Hissederdim, beni anlıyordu. Üzgün olduğumu fark ediyordu.
Keşke
insanlarda böyle olabilse gözlerinize baktıklarında üzgün olduğunuzu
anlayabilseler!
***
“...en kutsal şey yaşamdır.”
Hayatta
en önemli şey nelere değer verdiğimizdir; ona göre duyar, görür ve hissederiz,
dolayısıyla ona göre yaşarız. En kutsal şey yaşamdır; yaşamaktır. Ama ne yazık
ki çok kısadır. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider.
İşte
size çok seveceğinizi düşündüğüm bir kıssadan hisse hikâyesi anlatacağım;
Bir
zamanlar çok uzak bir diyarda bütün duyguların bir arada yaşadığı bir yer
varmış. Bir gün yaşadıkları yerin yok olacağını fark eden mutluluk, üzüntü,
zenginlik, kibir, bilgi ve aşk çareyi oradan kaçmakta bulmuş. Bunun üzerine
kaçabilecekleri araçlar yapıp kendilerini kurtarabileceklerini düşünmüşler. Aşk
melankolik bir şekilde, kimin kalbine yerleşsem ki diye düşünürken zamanın
nasıl akıp gittiğini anlayamamış. O yok oluş günü geldiğinde kendini kurtaracak
aracı yapmadığını fark eden Aşk, diğerlerinin aracına binip kurtulabileceğini
düşünmüş ve onlardan yardım istemiş.
Zenginlik
büyük bir gemiyle gidecekken yanına gelmiş ve “Beni de yanına alır ısın?” diye
sormuş. Zenginlik, “Hayır, alamam, her yer altınla dolu sana hiç yer yok.”
demiş.
Kibir’in
yanına yanaşmış, “Lütfen bana yardım eder misin?” deyince, Kibir, sen hayal
âleminde yaşıyorsun. Senin olduğun yerde hep gözyaşı var. Kurtulacağım derken
senin yüzünden ölürüm.” demiş.
Soluğu
Üzüntü’nün yanında alan aşk, ondan da yardım istemiş. “Biz seninle kardeş
gibiyiz Üzüntü, beni de yanına al.” deyince Üzüntü, çok üzgünüm, seninle
uğraşacak gücüm yok, yardım edemem.” demiş.
Hayal
kırıklığına uğramış halde dolanıp dururken, Mutlulukla karşılaşmış. Tam ona
seslenecekmiş ki, hoplaya zıplaya yanından geçip gidivermiş. Bir zamanlar ne
güzel arkadaştık. Beni fark etmedi bile, şimdi ben ne yapacağım, ölüm her an
gelebilir. Ona teslim olmaktan başka çarem kalmadı derken, Bilgi’nin gülen
yüzüyle karşı karşıya gelmiş. “Neden bu kadar kederlisin Aşk?” diye sorunca,
arkadaşlarının davranışını anlatmış. Bilgi, “Boş ver onları ben seni yanıma
alırım.” demiş.
Aşk
ne kadar şanslı olduğunu düşünerek onun aracına binmiş ve kurtulacağı için çok
sevinmiş. Fakat bir süre sonra Bilgi’nin aracında yalnız olmadıklarını fark
etmiş. Kendilerinden biraz uzakta, sessiz sedasız birinin oturduğunu fark
etmiş. Bilgi’ye dönüp “Birini daha almışsın yanına, kim bu?” diye sormuş
“Onun
adı Zaman’dır.” demiş Bilgi.
“Onu
daha önce hiç görmedim. Bizim diyarda mı yaşıyordu.” diye sormuş Aşk.
Bilgi,
“Onu kimse görmez, ancak geçip gittikten sonra fark edilir.” demiş.
Bir
süre sonra yaşayacakları yeni yere geldiklerinde araçtan inip-inmemekte
kararsız kalan Aşk, endişeyle yeni yerin nasıl bir yer olduğunu anlamaya
çalışırken, Zaman’ın elini uzatıp, “İnmene yardım edeyim Aşk?” diye
seslenmesiyle düşüncelerinden uzaklaşmış. Zamanın elini tutarak inmiş araçtan.
Tam teşekkür edecekmiş ki, Zaman’ın kuş gibi uçup gittiğini görmüş.
Bilgi’ye
dönüp, “Onu bir daha görebilecek miyim acaba? Neden bu kadar acele etti ki?”
diye sormuş.
Bilgi,
“Zaman’ın görevi çoktur. O, insanlara gerçekleri gösterir. Onun için acele
eder, herkese yetişebilmek için.” der.
Zaman
ileriye doğru akıp gider. Ona yetişebilmenin tek yolu, o hayata hükmederken,
hayatın içinde, yaşadıklarımızdan daha fazla şeyler olduğunu düşünmektir.
Yaşamak denilen kutsal kavramın onunla yarış halinde olduğunu anlamaktır.
Yarışı
kim kazanır bilmem ama bu yarışa; ‘Acaba’lar ve ‘Keşke’lerle, değil kazanmak,
dâhil olmamız bile mümkün görünmüyor.
...
Her
şey, bir bakış açısıdır; nereden ve nasıl baktığınıza bağlıdır…
Her
şey sevgiden ve sevgiyle yaratılmıştır ve aslına geri dönecektir; yani gerçeğe.
Döneceğiniz günü beklemeyin. Daha çok uzun
zaman olabilir. En iyisi siz ona doğru koşun...
SON